Roman, Ruhun Mimarıdır!

Kişinin, ilgi alanlarına ait kendi başına yaşadığı, ürettiği deneylerden sonuçlar çıkartması, elbette gözlemciliğiyle yakından ilintilidir.

Neden- sonuç ilişkisi bu anlamıyla bilimsel ölçütlere ulaşmaz, ancak bir anlamı da vardır; hepten boş inanç değildir ya!

Verilerini kişiye ait olgulardan ve olaylardan seçip kurduğunuz deneyin akademik değeri bulunmaz, fakat göz ardı edilemez. Her sabah Kadıköy İskelesi’nden kalkan yedi çeyrek vapurunu kaçırıyorsanız, bunun nedenlerini kendinize göre tanımlayacağınızdan, ulaştığınız sonuç, özneldir; pek somut değeri yoktur.

Fakat bütün bütün de yabana atılmaması gerekir.

Benzer bir durumu kendimde yaşayınca bunları düşündüm. Bir roman ve romandan uyarlanmış sinema filmi arasındaki kişisel deneyimim, bakın nasıl sonuç verdi; öznel olduğunu da kabul ediyorum.
Aslında bir deney yapmayı düşünmüş değildim, ancak ortaya kendiliğinden bir sonuç çıktı.

Graham Greene’i pek severim, sizden iyi olmasın; romanlarında aramız pek şekerrenktir.

İngiliz yazarı Greene’nin Türkçe’ye Zor Tercih olarak çevrilmiş The End of the Affair adlı romanı, uzunca bir zaman okunmadan, kitaplığımda, raflarda beni bekliyordu.

Haydi sizden saklamıyayım, raflarımda, bazıları bir iki değişik baskısı dahi bulunan yazara ait hemen tüm eserler durur. Greene’nin dili akıcıdır, rahat okunur, ancak her nedense elim gitmemişti; kitap kurtları bilir, bazen öyle olur ya!

Vakti zamanı var diye üstelememiştim, ancak kent kütüphanesinde bu romandan uyarlanmış 1999-İngiliz yapımı filmi görünce, izlemeden edemedim. Aslına bakarsanız, romanını okumadığım filmlere pek yüz vermezdim, lakin filmin kadın oyuncusu Julianne Moore olunca, işler değişti. Pek beğenmiştim ve o hızla, bir de filmin 1955 yapımı olan ilk versiyonunu, Deborah Kerr’in başrolünde ihanet eden kadını oynadığı o filmi de yaka paça ettim. Demek ki aynı eseri iki kez izlemişliğim vardır.

Aradan, epeyi vakit geçti ve yakın zamanlarda, İngiliz romancı Greene’nin romanına el atasım geldi, fakat evvelinde seyrettiğim filmleri aklıma geldi. Sahi, ben romandakini sinemasında izlemiştim; nasıldı!

I-ıııh, hayır, asla ve kât’a bir tek olay dahi hafızamın sinema perdesinde canlanmadı; bazı silik görüntüler kalmış, onun dışında yok olup gitmişti izlediğim her ne varsa…

İki film, toplam 252 dakika boyunca ekranda akmış, yani dört saatimi hayatımdan alıp gitmiş, geriye bir iz dahi bırakmamıştı.

Neden böyle olduğunu düşünürken, romana başlamadan evvel aklıma şu sonuç takıldı; şimdi sıkı durunuz! Eğer, romanı okumuş olsaydım, elbette satır satır, hepsini hatırlıyor olamazdım, hatim indirmiş hafız mıyım ben; lakin romandaki hikâye genel bir iz bırakıp belleğimde yer ederdi.

Buna elli yıllık okuma deneyimlerimden tanığım, doğruluğuna yemin eder, parmak basarım.

Şuncacık lakırdı ardına takacağım akademik değeri olan bir deney, zannederim bu yöndeki görüşüme destek verecektir. 2002 yılında, Boston College’ın bir araştırma ekibi şöyle bir deney yaptı: Çeşitli yaş, cinsiyet ve meslek gruplarından denekler seçilmiş, bunlardan bir kısmının roman okuması istenmiş, ötekilerin elineyse akademik nitelikte yazılar, gazete haberleri, film, TV belgeselleri verilmiştir.

Her iki grup birkaç ay sonra akademik ve sayısal değerleri olan testlere, deyiniz ki imtihana tabi tutulmuştur. Roman okurları, okuduklarını diğer gruba göre daha başarılı biçimde aktarabilirken berikiler Tatar Ağası gibi yayan kalmış, kem küm etmiştir.

Üstelik duygusal IQ diye adlandırılan, empati ve hatta sempati açısından romancı grup alkış toplarken ötekiler kös dinlemiş mehteran gibi iki ileri bir geri yapmış, hık mık edip durmuştur.

Araştırmanın makalesini çıkaran Lilianee Young adında akademisyen, bu sonuçtan gayet memnun olarak verip veriştirmiştir; meraklısı web sayfalarında bulabilir. Bizi ilgilendiren tarafı şudur ki roman okuyanın ruhunda filiz yeşerirken, buna sırt çevirenlerin ormanı kurumaktadır.

Eğer roman denilen edebiyat türü insan ruhunda böylesine kalıcı iz bırakıyorsa, tedavi amaçlı kullanılması romandan beklenir mi?

Hele ortalığı bir kolaçan edelim de, sonra söyleyelim; bakalım vaziyet nedir!

Nitekim roman eczanelerine göz atınca türlü reçetelerle karşılaşmaktayız; demek tedavi için roman şarttır.

Bibliotheraphy denilen bir tür vardır, oku oku tedavi ol biçiminde…

Bibliotheraphy’i, nasıl evirip çevireceğimize karar veremedim, zaten Türk Dil Kurumu-Türkçe Sözlüğünde bile yer almıyor.

Kitaptedavisi diye önersem, buna ne buyrulur, bilmem ki siz ne dersiniz? Aslına bakarsanız, bu yeni sözcüğün İngiliz dilinde karşılığı da bize epeyi uzaktır. Merriam-Webster Sözlüğü, bu kelimeyi,¨Okuma malzemeleri kullanılarak psikolojik ve psikiyatrik tedavide kişisel sorunların çözülmesine ait uygulama,¨ diye vermiş olduğunu hatırlatır, böylece sizi sözlüğe bakmak zahmetinden çıkarırız; ama siz yine de bakınız!

Romanın tedavi amaçlı kullanabileceğini, Mazhar Osman biliyor olsaydı, ah bir bilseydi, Bakırköyü’nün tımarhanesinde delilere Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, o da kesmezse Anna Karenina’yı okuturdu; delileri iyi ederdi. Bu işin ne kadar süreceği önemli değildir; klasik eserler oku oku bitmez. Delilerin zaten vakti boldur, acelesi yoktur.

Bakırköy Akıl Hastanesi’nde ruh hekimliği yapmış yazar, eleştirmen, denemeci, bilim insanı Tahir M.Ceylan’ın bir romanı, Bir Zamanlar Bakırköy adlı eseri, ruh hastalıkları üzerine yazılı edebiyatımızda biricik kitap gibi ortalıkta göründüğünü söylersek lafın burasını kıvırmış oluruz. Ancak devamı için sabrınızı da bekleriz. Zira diyeceğimiz, boşa atılır doluya konmaz şeydir ki size, ruhunuzu sakinleştirmek, böylece mutlu olmak, aklınızın kıyısında köşesinde kalmış kırıntıları heder etmeden bir araya toplamak, lazım oldukça ve yeri geldikçe kullanmak için roman okunması tavsiye edilir.

Bu yüzden, romanın bir mimarî eser olduğunu düşündüğümüz gibi, romancıyı da ruh mimarı diye adlandırırız. Bununla beraber, roman diye uzatılan ruh ilaçlarının hepsi aynı neticeyi vermez, ilacı iyi reçete etmek gerekir.

O hâlde, evvela, mimarın iyisinde karar kılıp bina yaptırmak gibi, romancının iyisini bulmak gerekiyor.

Şimdi kırmızı kalemi elinize alın ve şu satırın altını çizin; rica ederim: Geçtiğimiz yüzyıl bir roman yüzyılıdır!

Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde tam 125 bin adet roman basılmıştır. Bu sayının dışında kalan öykü, piyes, şiir, deneme, araştırma, masal, falan filan kitaplarını bir kenara koyunuz. Sadece 125 bin roman!

Her biri 125 bin adet düş, bir yazara ait hayal perdesi olan kitap…

Bizim işimiz bunca roman arasında adam gibi olanı seçmektir ki ruhumuzu tedavi etsin.

Aralarında Muhteşem Gatsby, Tiffany’de Kahvaltı, Gazap Üzümleri, Ahtapot, Cesur Yeni Dünya, Rüzgâr Gibi Geçti diye akla ilk gelenleri sıralayıp diğerlerini meraklısına bırakacağımız uzun bir listenin dışındakiler eften püftendir.

Bir küfe çürük roman içinden ayıklaya ayıklaya bulup bulacağınız epi topu birkaç yüz kitaptır.
İşte o yüzden, 125 bin roman arasında foyalısını oyalısından ayırmak hem zor, hem çok kolaydır. Ceffelkalem yazılmış bu romanlar arasında birbirinden edebiyat hırsızlığı yapanı da vardır, romanı bir acemi delikanlıya yazdırıp üzerine imzasını atanı da… Vehbi’nin Kerrâkesi gibi sonradan ortaya çıkan bu tür sahteciliklere karşın 125 bin romancı bu işten ekmek yemiş, arada Hollywood sermayesi tarafından destek görüp filmi çekileni dahi olmuştur.

Salt Amerika’da romancı tayfasının bir yüzyıl içinde 125 bin adet roman yazması hani nerdeyse insan havsalasına sığacak gibi değildir.

Daha bunun Avrupa kıtası, Kanada’sı, İngiltere ve Ortadoğu ülkeleri, bu arada Türkiye’si de vardır… Onları da listeye eklediniz mi, hesap pusulası şaşar, yekûn alması zorlaşır. Buncasını roman diye okuruna sunanların kalkıştığı iş, öyle azımsanacak şey değildir; mimarlar bunu iyi bilir, aynı sıkıntının terini döker…

Zaten mimarlardan iyi romancı çıkar; Oğuz Atay, Demirtaş Ceyhun buna örnektir.

Birbirinden aşırma ve taşırma, tırtıklama ve hırsızlama yapılsa dahi 125 bin adet romanın yazılması akıllara sezâ bir iştir. Nasıl oluyor da oluyor, bu kadar hikâye uydurulup kaydırılır ve bilhassa, bu yalanlar gerçekmiş gibi okur ardından gözyaşı döküp sonra kahkaha salar.

İşin sırrı, roman okumaya duyulan ruhsal ihtiyaçta yatar. Romancı insan ruhunun mimarıdır.

Romancının bu kadar hikâyeyi işkembe-i kübradan sallaması için bir hürriyet alanı olmalıdır. Sözünü ettiğimiz Hürriyet Alanı, mesela İstanbul’un Mecidiyeköyü semti civarında bulunan gibi, piknik yapılan yerlere benzemez; tapusu yoktur, belediye mücavir alanlarında yer almaz, beşbine bir ölçekli haritada hiç görülemez… Hasılı hikâyenin hürriyeti romancının aklındadır, belleğindedir, yüreğindedir.

O ne derse o olur…

Bu yüzden roman yazarı karakterlerini yaratırken, tanrısal bir kimliğe bürünür.

İşte o nedenle, romancı olaylarını dilediği gibi resmeder, tıpkı Antik dönem tanrıların mitolojik hikâyelerinde akla gelmeyecek binbir masalı bir araya tıkıştırdığı gibi… Roman okuru da masallarda kolayca kandırılan Keloğlan‘dan başkası değildir. Ama o kandırılmak için eline romanı alır; romancının bunda bir günâhı, dahli yoktur.

Hani gidersin gidersin şatoya ulaşırsın, şatonun kapısında iki tane canavar vardır, o canavarlara saldıracak bir kurt bulursun, kurt kuzu ister, kuzuyu alır gelirsin, ama kuzunun sahibi Keloğlan bu işe karşı çıkar, ona hele bu iş bitsin Şato’daki kızı sana alacağım dersin, inanır… İşte öyle bir şeydir roman yazmak ve dahi okumak…

Okuyana karışılıp karışılmayacağını bilemem ama romancıya kimse karışamaz. Şeytan’ın geçeceği yeri ve saatini dilediği gibi tayin eder. Alınız, mesela Türk romancılığının kurucusu sayılan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Dirilen İskelet adlı romanının girişinde tayin ettiği zaman gerçek midir? Merak eden varsa araştırır:

¨Birinci Cihan Harbi yıllarında mehtaplı güzel bir sonbahar gecesi… Saat on bir!¨ Roman böyle başlar, şimdi kim itiraz edebilir ki mehtap o gece orada yoktu, üstelik mevsimlerden yazdı ve saat sabaha karşı 5 idi; edilemez. Zira romancının keyfi öyle istemiştir.

Hüseyin Rahmi yine insaflıdır, azıcık şiire başvurmuştur. Ya, Ahmet Mithat Efendi’ye ne demelidir, o löppedenek lafı açar, Karagöz sahnesinde perdeden yere düşen Zenne gibi pattadanak lakırdıya girişir, ama evvel-emirde bir tarih verecektir. Jöntürk adlı romanına, ¨Vâkamız 1315 senesinde vukûa geliyor¨ diye girişir; hay Allah şimdi yeni zamanların okuruna iş çıkacaktır ki 1315 yılının 1897’ye denk düştüğünü öğrenecektir. Başkaca tarih vermez Ahmet Mithat, ister beğensin Okur, ister beğenmesin! Eline kitap aldığına göre, zaten aylak adamın tekidir, beğenmek zorundadır, beğenmediyse okumasın, zorla mı!

Nitekim La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote romanına başlarken, romancı Cervantes, ¨Ey aylak Okur!¨ diye baştan okurunu tembellikle itham etmez mi, eder! Roman, nihayetinde aylak olup martavallara inanmak isteyenlerin okuyacağı şeydir; Doğrucu Davut’ların işi değildir.

Daha belirsiz şeyler söyleyerek romana girişen büyük roman üstatları da vardır. Refik Halid Karay, baştan sona bir ıstırap hikâyesi olan Lübnan’daki yıllarının eseri Sürgün adlı romanında ilk cümleyle okurunu peşin peşin tuş eder, yere bir seksen uzatıverir: ¨Sabaha karşı Beyrut göründü!¨

Hangi sabah, zaman neyi gösteriyor, orası neresidir, biz kimiz, sen neredesin gibi soruları romanın içine girilsin diye bir tuzak gibi hazırlamış, saklamıştır; bir solukta okursunuz.

Romancılığımızın eskilerinden Osman Cemal Kaygılı’nın ¨Ben diyeyim sonbaharın sonları, siz deyin kış başlangıcı¨ sözüyle girişti roman Kovuk Palasın Esrarı’dır. Osman Cemal, okurunu daha baştan hizaya getirip sonra söyleyeceklerine razı etmektedir. ‘Ne sen sor, ne ben söyleyeyim, gel ikisi arası bir orta yol bulalım da anlaşalım,’ demektedir.

Peyamî Safa Bey’in romanları da böyle belirsiz zamanlarda başlar, ¨Hatırlıyor; bir akşamdı!¨ diye başladığı romanı aynı başlıktadır: Bir Akşamdı… Hangi akşam ve niye ille o akşam, başka zaman olamaz mıdır biçimindeki sorular söz konusu Peyamî Bey olunca birden önemsizleşir. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu gibi Batı romanına taş söktürecek bir eseri vermiş Peyamî Safa’dan ve hatta onun mahlas isimle Server Bediî diye yazdığı, güyâ ikinci kalite, ama bu denemenin zavallı cahil yazarına sorarsanız, ötekileri aratmayacak kadar güzel romanların yazarından söz ediyorsak, on beş dakika ara verip kuliste vaziyeti enine boyuna konuşmamız gerekir.

Bütün buncacık laf edişimizin amacı, sizi ikna etmeye yöneliktir ki, vallahi billahi, romancının keyfine kimse karışamaz! Ancak onun ürettiğinden ruh tedavisi çıkartması da Okurun becerisine kalır; bu, tıpkı vaktinde ilacını almaya, tansiyonunu ölçtürüp kan testlerine gitmeye, arada bir hekimini ziyaret etmeye benzer.

Nitekim ruh sükûneti arayanlara tavsiye edilir kitaplar vardır.

Öfkenize yenik düşüyorsanız, sakinleşmek için Ernest Hemingway’in kılıç balığını kayığına alabanda yapıp kıyıya zar zor dönen yaşlı balıkçıya ait romanı, Yaşlı Adam ve Deniz’i okuyunuz.

Tutkunuzun çok fazla esiri oluyorsanız, size, roman reçetesi olarak Moby Dick yazıyoruz; akşamları yatmadan evvel en az yirmi sayfa okunacak diyoruz… Herman Melville’nin bu ölümsüz eserini önce okuyun, sonra filmini, canınız isterse cila niyetine seyredersiniz.

Çaresizlik hissedenlere, Hans Fallada’nın Berlin’de Tek Başına romanı iyi gelecektir, roman kahramanlarının trajik sonuna rağmen çare arayışları ruhlar üzerinde iyi tesir etmiştir; aspirin gibidir.

Olur a, insan ruhunun ben kimim, neyim, neredeyim diyesi tutar; işte böyle ruh küflenmesine karşı Kafka’nın Değişim’i reçeteye ilave edileceği gibi, yemeklerden sonra alınmak üzere Max Frisch’in Ben Stiller Değilim adlı romanı tavsiye edilecektir.

Kendisini aptal yerine koyanı yok mudur; ben mesela, sık sık, kendimi aptal sanırım. İşte ben gibilere, Dostoyevski’nin Budala romanı birebirdir. Her akşam yirmi sayfa okumayan, ertesi sabah budala olarak uyanır!

Roman reçetesinden hemen bunalmayınız, gün gelir size de lazım olur, mesela menapoza giren bayanlar için Doris Lessing’in Karanlıktan Evvelki Yaz adlı romanı ilaç gibidir; terlemeyi, ateş basmasını, sıkıntıyı alır, ferahlatır.

Benzer biçimde, erkeklerin libido kaybına uğraması durumunda başvuracağı ilaç, Mario Vargas Llosa’nın Üveyanne’ye Övgü adlı romanıdır. Okuyunuz, müstehcenliği görünüz!

Bütün bu sorunlarınıza çare bulduk diyelim, ya duygu eksikliği, başkasını hiçe sayma sorunu olanlara ne demeli diye kocakarı ilacı sorana, cevabımız rafta hazır bekler: Albert Camus’ünün Yabancı romanı ilaçların hasıdır.

Üstadım bu tavsiyelerin başımı ağrıttı, strese girdim diyen olursa, Jean Giono’nun Ağaç Diken Adam romanını derhal reçeteye yazarız. Bu arada, ağaç ekilmez dikilir, diye romanı Türkçeye ağacı ekti fiiliyle çevirene buradan nanik yaparız.

Pazartesi sendromu yaşıyanlara Virgina Wolf’un Bayan Dalloway’ini, burnu koku alıyor veya almıyor diye şikâyetçi olanlara Patrick Suskind’in Parfüm adlı eserini, nasıl iyimser olurum yahu hayat ne fena diyenlere Voltaire’nin Candide başlıklı klasik romanını, ben bütün bunlardan sıkıldım ruhumu satsam da kurtulsam gibi evhamlara kapılan için Thomas Mann’in Dr.Faustus’unu, bir saati ötekine uymayanlar için R.Stevenson’ın Dr.Jekyll ve Bay Hyde romanı, bütün bunlardan sonra bir de dişi ağrıyan çıkarsa, ona Tolstoy’un Anna Karenina romanındaki meşhur diş ağrısı sahnesini öneririz.

Bunca uzamış laftan sonra, benim bunlara ihtiyacım yok diyene, Latin yazarı Apuleius’un Altın Eşek kitabını şurup olarak verir, korku korkusuna sahip olanlar için Joseph Keller’in Catch-22 adlı komik romanını reçetesiz tezgâh altından uzatıp, burnu yere düşse eğilip almayacak kadar gurur sahiplerine de Oscar Wilde’ın Dorian Grey’in Portresi romanını muska yapıp kurşun döktürerek veririz.

Bütün bunlardan sonra, hâlâ, romancının bir ruh mimarı olduğuna inanmayan kalırsa, Allah selamet versin deriz.

Etiketler

Bir yanıt yazın