İstanbul ve İzmir Kentsel Tasarım Yarışması Sempozyumlarının Düşündürdükleri

"Yarışma asla yalnızca yarışma değildir" diyen bizler maalesef kaybettik.

1. Ödül, Bursa Yıldırım Belediyesi Kaplıkaya Rekreasyon Vadisi Kentsel Tasarım ve Mimari Proje Yarışması

Bir hafta arayla “Yarışmayla Yap” tarafından organize edilen iki buluşmada; mimarlar ve kentsel tasarımcılar “İstanbul’da 2015 yılında sonuçlanan yarışmalardaki projeler üzerinden, İzmir’de ise kavramsal içerikteki tez ve örnekler üzerinden” olguyu yorumlayıp, tartıştılar.

Öncelikle, çok kalifiye bir topluluğun katılımını sağlayan Arkitera ve Sayın Ömer Yılmaz’a teşekkür etmeyi bir borç bildiğimi söylemeliyim.

Buluşmalarda sunum ve tartışmaları kavramsallığın tuzağına düşmeden, yarışma özeline çekmeleri bana göre de çok doğru bir yaklaşımdı. Bununla beraber, proje ya da tez anlamındaki sunum sayısının çok oluşu konunun önemli ve öncelikli sorunlarının tartışılmasına çok da olanak bırakmadı.

Örneğin; yarışma kurumunun bana göre en önemli yapısal unsurları olan “şartname ve jürilik sorunsalı” neredeyse hiç tartışılamadı. Belki de bu nedenle, sempozyum sonunda bildirgeye benzer bir sonuç metni oluşturulamadı.

Kentsel tasarım yarışmaları sempozyumuna verilen tez sunumları ciddi çalışılmış, değerli dokümanlar olmasına karşın aşağıda değinmeye çalışacağım “tartışmalı tespitler ve eksikler” içeriyordu. Bunları şöyle sıralamak mümkün:

1. Yakın Tarihi Süreçle ilgili Tespit ve Yorumlar

a) Sayın Devrim Çimen’in sunumunda, ülkemizdeki kentsel tasarım yarışmalarının ilki, “İstanbul Rumeli Hisarı Yarışması” olarak belirtiliyordu. Benim de Turgut Cansever bürosuyla katıldığım, hatta etütlerinde dahi rol aldığım bu olayın; neden “ilk” olduğunu anlayamadım! Örneğin, süreç 1930’lardaki “Ankara Ulus Egli Planıyla” başlatılsaydı dahi itirazım olmayabilirdi. Her iki tasarım da yer aldıkları tarihte, “kentsel tasarım” olarak anılmıyorlardı. Ancak bana göre her ikisi de kentsel tasarımın değişik türleri idi. Bununla beraber Rumeli Hisarı Yarışmasının, günümüzde de önemini sürdüren bir özelliği vardı. Şöyle ki, 1. ve 2.’liği kazanan projelerin konseptleri tez-antitez denecek karşıtlıkta idi. Yarışmayı kazanan Tekeli-Sisa projesinde kaleler, oldukça steril mekânlar olarak kabul ediliyordu. Yani kentsel yaşam alanları değillerdi. Bu nedenle Rumelihisarı içindeki konut mahallesi, sınırlı olan iç mekânda, açık alan ve kültür hizmetleri için beklentileri kısıtlayıcı bir engel olarak görülüyordu ve kaldırılmalı idi. Oysa Turgut Cansever yaklaşımında, kesinlikle korunması gereken tarihi ve anıtsal bir öge idi ve tasarımın temel dayanağı idi. Sanırım her iki yaklaşım da ciddi olarak tartışılmayı hak edecek kadar güçlü idi. Jürinin bu iki karşıt teze ait projeleri, tartışma ve değerlendirmelerinde en üst noktaya kadar taşımaları da kanımca irdelenmeye değer bir jüri kalitesini gösteriyor.

b) Tarihsel sürece değinen sunumlarda ise bugünün kentsellik kavramını en geniş anlamda içeren antik dönem kentselleşmesine yer verilmemiş oluşu, kanımca ciddi bir eksiklik idi. Oysa bu olgunun en vurgulu örnekleri, Hipodamus tasarımlarında gözlenebiliyordu (Priene, Pire, Klozamenai, vb.). Başka bir söylemle mimarlık tarihi ile kent planlama tarihlerinin özdeşleştiği 22 asrı aşkın geçmişte, mimarlık kentsel tasarımla daha da güçlü özdeş idi.

Bu tespitler üzerine yapılacak yorum ve tartışmaların kentsel tasarımın kavramsal irdelemelerinde ne tür etkileri olacağını bilemeyiz, ancak illa yapılması gerektiği de çok açık.
Ayrıca, yakın tarihsel sürece değinilen açıklamalarda, “imar planı-kentsel tasarım ilişkilerine girilmemesi” de, bence çok ciddi bir eksiklik idi. Şöyle ki; şehirciliğin mekânsal kararlarının aracı olan imar planları ile coğrafi ya da kentsel mekânın oldukça ayrıntısına kadar şekillendirildiği hükümler getiriliyordu (kütlelerin boy ve şekilleri, yol mekanının ölçüleri, yerleşim dokusu, açık alan boyutları, bazen cephelerin renkleri vb.). Yani mekanı şekillendirmeye yönelik ana tasarım kararları ya da başka bir söylemle kentsel tasarımdan beklediğimiz temel misyondan söz ediyoruz. Böyle bir statüde imar planlama işlemini “kentsel tasarımın bir türü” olarak nitelemek çok mu yanlış bir niteleme olur?

Ortada böyle bir olgu varken yaklaşık 25 yıl süren (1950-1975) imar planı yarışmaları sürecini, “salt kent planlamasına ait ve kentsel tasarım dışı, soyut bir süreçmiş gibi yorumlayan sunumlar” ciddi bir eksiklik ve yanlışlık içeriyordu. Oysa bu yarışmalar sürecinde,

a) Yarışma şartnameleri günümüzdekilerle kıyaslanamayacak kadar “gelişmiş ve güvenceli” idiler.

b) Yarışma konularına ait bilgi dokümanı (araştırma kitapları, harita ve grafikler) çok ciddi ve kaliteli idiler.

c) Jürilerin 2/3’ü Mimarlar Odası listelerinden seçilirdi (Aslında Mimarlar Odası, yarışma hazırlıklarının başından itibaren sürecin içinde olurdu).

d) Genel yönetmelikte yer alan inşaat mühendisleri yerine bu tür yarışmalarda jüride şehirci, peyzaj mimarı ve ulaşımcılar yer alırdı.

e) Üniversitelerdeki (ODTÜ, İTÜ VE Mülkiye ) şehircilik hocaları ile Karayolları, Kültür Bakanlığı gibi kurumlardaki uzmanlar jürilerde kesinlikle yer alırlardı (Belediye kesinlikle temsil edilirdi).

f) Yarışmayı kazanan müellifler, Belediyece kurulan yerel bürolarda danışman olarak hizmetlerini en az 5 yıl sürdürürler idi (Bu uygulamalar, sonradan büyük kentlerde Bakanlıkça kurulan Nazım Plan Bürolarının ilk adımlarıydı).

g) Yarışmaya katılmaya da, ekipleşmeye de koşul getirilmediği halde değişik disiplinlerin yer almadığı bir ekipleşmeye rastlanmaz idi (Ekipleşme konunun özelliğine göre oluşurdu).

h) Raportörlük (yüksek yargı kurumlarındaki gibi) çok ciddi ve nerdeyse uzmanlaşmış bir organdı. Yarışmanın hazırlanışından bitimine kadar raportörler baş sorumlu idi.

i) Her yarışma sonundaki sergi ve ödül töreni çok katılımlı ve görkemli olurdu (Bu törenlere Bakanlar ve Belediye Başkanları ve yer yer Başbakan dahi katılırdı).

j) Her yarışmaya ait kolokyumlar, bir daha asla göremediğimiz yoğun katılımla ve konuyla ilgili her sorunun saatlerce ve heyecanla tartışıldığı forumlar gibi idi (Kültürel ve eğitimsel bir etkinlik olmanın ötesinde idi).

k) Jüri üyelerinin her kararı zapta geçer ve her üyenin, her yarışma projesine verdiği oylar, yarışma sonunda ilan edilirdi.

l) Jüri üyeleri, sürecin ikinci yarısında Mimarlar Odasınca, mimarlık ve kentsel tasarım yarışmaları için ayrı ayrı düzenlenen listelerden seçilirdi. Bu listeler en az bir kere yarışmaya katıldığını beyan eden, üyelerin oylarıyla belirlenirdi.

Kent ölçeğinde bu tür yarışmaları organize etmenin doğru olmadığını savunan kent plancıları (ODTÜ) belki büyük ölçüde haklıydılar. Ancak, bu tür yarışmaların, planlamadan kentsel tasarıma, planlama eğitiminden planlama metodolojilerine, merkeziyetçi planlama anlayışından yerelliğe atılan adımların oluşturulmasına, disiplinler arası diyalog ve tartışmaya ve her şeyden önemlisi mesleki heyecana sağladıkları katkı çok önemli idi ve o ortama bugüne kadar hiç ulaşılamadı. Yani, “yarışma asla yalnızca yarışma değildir” diyen bizler maalesef kaybettik.

Ayrıca, o tarihlerde batı dünyasında da kafa karıştıran örnekler çoktu. Şöyle ki, herkesin hayran olduğu Prag kenti, kral 4. Karl’ın yönetim müddeti içinde, kentsel tasarıma konu olan tüm mekânlarının oluşumunu tamamlamış idi. Yaşanmakta olan modernitenin atmosferinde ise “Paris’in Defanse Sitesi, Brezilya’nın Brasil Kenti, Tunus’un Bingazi’si vb. kentler neredeyse bütünüyle kentsel tasarım yarışmalarına konu oluyorlardı. Batı dünyası bu tür denemelerinden vazgeçmiyordu. Biz de meslek odaları arasındaki pasta savaşları yerine, bu tür planlama ve Kentsel Tasarım yaklaşımlarını rasyonalize edebilmiş olsa idik, yarışma kurumunun 1960’ların gerisine düşmesini engelleyebilirdik.

Bugün bile imar planlaması aynı sorunlarla sürdürülmeye çalışılıyor ve kentsel tasarım planlama sürecine eklemlenemiyor. Çünkü 1960’lı yıllardaki statik ve ölçekler arasında birbirini beslemeye olanak vermeyen, planlama anlayışı aynen sürüyor. Şehir plancıları tarafından oluşturulan yönetmelikler (Kentsel Tasarım Yönetmeliği, Koruma Amaçlı İmar Planı Yönetmeliği vb.) ile de, planlamanın ve kentsel tasarımın özüne ait sorunlara yeni sorunlar eklemenin ötesine geçilemiyor.

Bu ve benzeri sorunlara ise sempozyumda değinilmemesini ciddi bir eksiklik olarak görüyorum ve bunların gerek araştırılması gerekse tartışılmasını çok önemli buluyorum.

2. Kentsel Tasarımın Kavramsallıkla İlgili Sorunları ve Kültür Sorunsalı

Kentsel tasarıma şekil ve içerik kazandıran, en temel dayanakların başında kültür gelir. Ancak, sempozyumda bu konunun da çok az tartışıldığı kanısındayım.

Çoğu kez kente kazandırılan bir mekânsal kalite ve özellik, yaşama da, işleve de sağlanmış ciddi bir kazanımdır. Hemen hemen her yarışmanın üstü örtülü ya da açık hedeflerinden biridir bu. Buna ister özgünlük tutkusu ister sanatsal ya da kültürel vizyon deyin, bu yarışmanın olmazsa olmazıdır. Ancak bu konuya olabildiğince girmeden, kentsel tasarıma dayanak ve etmen olan değişik kültür alanı başlıkları altında, düşündüklerimi şöyle özetlemeyi deneyeceğim:

MİMARLIK KÜLTÜRÜ: Gelişmiş toplumlarda, global sermaye popülizminin “malzeme, ileri teknoloji ve gösterişi öne çıkaran” olumsuz etkileriyle ciddi bir savaş veren mimarlık, 50 yıl öncesinin bilgi ve bilinç ihtiyacının çok üstünde, çok kapsamlı ve içerikli, yeni bir bilgilenme düzeyini zorunlu kılıyor. Oysa ülkemiz bir yandan bu sorunsalı yaşarken, diğer yandan sanata ve mimarlığa ayar vermeye çalışan üst yönetimlerin baskısı ile gerici ve kopyacı bir yaklaşımın tehdidi altında. Sanırım bu ikili tehdit, en çok mimarlık eğitim kurumlarını tartışmamızı gerektiriyor.

ŞEHİRCİLİK KÜLTÜRÜ: Bölge ve kent planlaması, uzun bir süredir ülke politikası ve pratiğinden dışlanmış ve dahası, sermayenin gasp ve yağma aracı haline gelmiş. Bu kültür akademik eğitime hapsolmuş yapısını kırmayı ve değiştirilmeyi bekliyor.

ÇEVRE VE PEYZAJ KÜLTÜRÜ: Bilgi düzeyini “bitki ve ağaç dışına çıkaramamış olmaktan kaynaklanan zafiyetleri” nedeniyle diğer disiplinlerle diyalog kurmak ve uzlaşmakta hala büyük sorun yaşıyor. Sanırım gerek eğitim gerekse kurumlar arası ilişkileri tartışmaya öncelik veriyor.

ULAŞIM KÜLTÜRÜ: Ülkede yaşanan pek çok deneyime rağmen, ulaşımın mühendislik kavramı dışında algılanamadığı ortam sürüyor. Bu nedenle ne yaya – taşıt ilişkisi ne de ulaşım kentleşme ilişkilerinde bir bilinç yaratılamıyor. Sanırım, bu durum ciddi bir özel eğitim sorunu gibi de algılanabilir.

KORUMA ve TARİH KÜLTÜRÜ: Ülke genelinde öylesine zengin çeşitlilik ve yoğunlukta karşımıza çıkan bu alan oldukça uzun bir deneyim yaşanmasına rağmen, aslında mimarlık kültürünün bir parçası olduğu halde, mimarlıkla ilişkisini restorasyon anlayışının dışına taşıyamamış, şehircilikle ilişkisini ise “Koruma Amaçlı İmar Planı” gibi, yanlış ve sığ formatlara hapsetmiş durumuyla özel bir irdeleme ve tartışmayı hak ediyor.

SU ve KIYI KÜLTÜRÜ: Aslında üç yanı denizlerle çevrili ülkemiz halkının ve devletinin geleneğinden bugüne aktarılabilecek ciddi bir birikimi yok. Oysa bu kültür bambaşka bir yaşam, mekân ve kentsel örüntünün üreticisi. Bu kültürün eksikliğini ülkemizin elit ortamlarında da yaşıyor olmamız, sorunsalı daha önemli kılıyor. Planlamadan mimarlığa kadar, fakat en çok da kentsel tasarımcılığı etkileyen sorunsalın tartışılmasında sanırım çok geç bile kaldık.

KENTSEL TASARIM KÜLTÜRÜ: Kavramsal olarak kapsam ve içeriğinde uzlaşılmamakla beraber, uzun bir geçmiş boyunca çok deneylenmiş bir alan. Ancak, eğitiminde tek bir kurama, uygulamada ise sığ bir yönetmeliğe hapsedilmiş olmasına karşın, günümüzde – biraz da planlamadan soyut, parçacı yaklaşımların desteği ile – aktüel hale gelen bir olgu. Sanırım tartışmaları sürdürmeliyiz. Özellikle de kentsel tasarım eğitimini.

Yukarıda, kentsel tasarım yarışmalarında en çok karşımıza çıkan kültür alanları sıralanmıştır. Kuşkusuz, bunlara konuya özgü ilaveler yapılabilir. Ancak daha da önemlisi, yukarıda değindiğimiz etmenler bir arada karşımıza çıktığında, sorunsal çok karmaşıklaşır. Bu durumlarda gerek yarışma şartnamesinin gerek jürinin gerekse yarışma ekiplerinin kalite sorunu ağırlık kazanır. Aslında bu durumu zorunlu kılan faktörlerin başında, gündeme getirilmekten kaçınılan, sanatsallık ve yaratıcılık beklentileri gelir.

3. Kurumsal ve Örgütsel Yapı ile ilgili Sorunlar ve Kültürel Ortam

Kültür ve Sanata soyunanlar, için “bir korku bataklığına dönüşen kültürel ortamın” sorumlularının başında, 1950’lerden bugüne, ülke yönetimlerinin “kültür ve sanatı vizyonlarından dışlaması” gelir. Bu olgu son 14 yılda dibe vurmakla kalmamış, popülist ve lümpenist bir tavırla hırpalanan ve değersizleştirilmiş bir alana dönüştürülmüştür. Kültür ve sanata soyunanlar bundan sonra “içine tükürülesi ya da imhası vacip eserler” üretemeyecekleri bir platformda yaşadıklarının bilincinde olmak zorundadırlar (!?). Bu durum her çeşit dünya görüşü ve siyaset anlayışının dışında patolojik bir durumu ifade etmektedir.

Bu nedenle ortada, siyasilerce, kültür ve sanata soyunan kişi ve kurumlara karşı açılmış bir kültür savaşı vardır. Oysa bizler bu savaşı 1990’ların başında başlatmalı idik. Ancak unutmamalıyız ki bu uzun soluklu bir savaştır. Bu savaşın kazanılması için (tiyatro sanatçısı Levent Üzümcü’nün dediği gibi) sanat ve kültüre soyunanların ilk hedefi “kendi işini iyi yapmayı” öğrenmektir. Bu bireysel hedefe ek olarak ise kültür ve sanata soyunan kişi ve kurumların güçlerini birleştirmeleri şarttır. Unutulmamalıdır ki, bu örgütsel ve kişisel bütünleşmede siyasi ve dünya görüşü farklılıklarının hiçbir önemi yoktur ve olmamalıdır da. Çünkü yapacağımız, bir anlamda ortak mesleğimizi koruma savaşımıdır.

Ümit ediyorum ki, kentsel tasarım yarışmaları nedeniyle bir araya gelmeyi becerebilen, “gerçekten saygıdeğer” mimar, plancı ve peyzaj mimarlarının, mensup oldukları Oda’ları, Dernekleri ve Akademileri de bu diyalog ve ilişkiyi geliştirebilsinler.

SON SÖZ

Gerek İstanbul buluşması, gerekse İzmir sempozyumunda Oda ve Meslek Dernekleri temsilcilerinin, izleyici olarak dahi yer almamalarını içime sindirmem mümkün değil. Çünkü yarışmalarla tanıştığım 60 yıl öncesinden bu yana yarışma alanı, mimarlığın ana amaçlarından “tasarım özgürlüğünün ve kültürel tartışma özgürlüğünün” tek ortamı olduğu gibi, genç mimarlarında ümit kurumu olmayı sürdürüyor. Bu kurumun varlığının temel nedenlerinin başında ise, hiç değilse yarım yüzyıl boyunca, Mimarlar Odası’nın çok özel bir ilgi alanı olması geliyordu. Yaşanan 10 yılı aşkın dönemde iktidar yönetimlerince oluşturulan kaotik ortam dahi, Odamızın bu misyonunu gevşetmesi ya da terk etmesinin mazereti olmamalı idi. Unutulmamalı ki yarışma alanı, yalnızca mesleği geliştirmek değil, odalarımızın sürdürmeye çalıştığı genel kültür savaşının çok önemli muharebe meydanlarından biridir. Bu alandaki kayıplarımızın mesleğimize maliyeti, tahmin edemeyeceğimiz kadar yüksek olur.

Derneklerimize gelince; elit olmak elbette bir kültür ve sanat insanı için “kaliteyi ifade eden, doğru bir sözcüktür. Ancak bu vasfı, özellikle de bir kurum ölçeğinde hak edebilmek çok önemli ve zordur. O kişi ve kuruma çok daha fazla sorumluluk ve görev yükler. Hele, ülke kültür ve sanatı böylesine bir tehdit altındayken “mesleğin doğrularına sessiz ve uzak kalmak” ne kültür adamlığına ne de elitliğe sığar!

Doksan yıldır, “Mimarlık ailesinin bir çocuğu gibi geliştirdiği” yarışmalar kurumunun, kültür ile ilgili disiplinler ve eğitim kurumları arasındaki sağırlar diyaloguna son vermesi dileklerimle.

Etiketler

Bir yanıt yazın