Merhametli Şehir

"Merhametli bir şehrin; yarısı vicdan, yarısı adalettir"

Şehir, insan aklının, insansı çabalarıyla, emek ve zahmet harcayarak, neden ve nasıl sorularından uzak ama geleneksel bilinçaltı ile bir coğrafyaya yerleşme arzusudur, emelidir. Şehir, medeniyet ideali olan bir topluluğun (devletin), hayat bulacağı mekânsal, ahlaksal kurallar bütünüdür. Günümüzde şehir olgusu içerisinde, kavimsel bir düzenden söz etmemiz imkansız derecesinde güçtür veya doğru değildir.

Başlangıç cümlesindeki emek ve zahmeti açıklamak isterim, kulağımda çınlayan baba cümlesidir; “Allah emeklerini zayi etmesin“. Yani tevekkül vardır emekte. Çalışıp didinilir ve sonuca razı olunur. Sonucun hayrına inanılır. “Zahmetsiz rahmet olmaz” eskilerden duyduğum bir öğüt. Bir sonuç, gaye için yapılan zahmetleri, inanca, fikriyata bağlama öğüdü. Yapılacak her işte aranması gereken Allah’ın rızasını gözetme kültürü, davranış tarzı. Bu minvalde yapılacak çalışmaların şehre yansıtılması ve modern hayatın şehir sloganı olan “insan ölçeği” lafıyla, “fıtrat”ı kastettiğimizi anlatmak isterim. “Fıtrat”, yaradılış maksadımız üzere demektir kısaca. Yani “Galu Bela” dediğimiz güne sadık kalarak inşa etmeliyiz şehri.

Yine başlangıç cümlesinde şehri tanımlarken kullandığım “arzu” kelimesine de değinmek isterim. Arzu kişisel bir taleptir, biraz da nefsidir. Arınmış ve/veya arınmaya çalışan insanın hiçbir arzusu nefsi olmamalıdır oysa. Sadece kendine fayda sağlayacak bir isteğin, toplumsal kaygıları gütmeden, bu düşünce içerisinde olması yanlıştır. Konuşmanın uhreviyata doğru ilerlediğini biliyorum, fenni ilime çekme gayreti içerisinde olduğumu da bilmenizi isterim. Şehirlerin mevcut durumu tam da bir önceki cümlemden kaynaklanıyor ne yazık ki. Bu yazıdan beklenti, somut konularla bir değerlendirmeler yumağı ise ne yazık ki buna cevap veremeyeceğim. Arzularımızın duaya dönüştüğü anda, yaşanabilir şehrin merhametinden bahsedebileceğiz ancak. Arzu biraz da meyletmektir. Yani gördüğünü veya hayal ettiğini kendinde de olmasını istemektir. Bunu şehir konusuna getirirsek, aynı veya farklı şehirlerde yaşayan kültürlerin birbirleriyle bitmek bilmeyecek etkileşimlerinin sonuçlarıdır arzu. Arzunun duaya, hatta şehir duasına dönüşmesi gerekmektedir. Kendi şehirlerinde bulunmasını istedikleri arzuları, kent fıtratına uygun hale getirmektir çözüm. Farkındaysanız, bir şehri kurmaktan ziyade dönüştürmekten, eklentilerin uygunluğundan bahsediyorum. Yanlışların üzerine ilave bir fayda, doğruların üzerine bir doğru ekleme gayretidir zaten merhametli şehir eylemi.

Mevcut şehirle çatışmaya girerek, olanları yokmuş gibi düşünerek, yıkmak fiiliyle hareket ederek, merhametli şehir için yol almaya çalışmak değil benim demek istediklerim. Birbirinden farklı insanları, farklı dinleri, yaşama kültürleri farklı olan toplulukları, farklı düşünce fikriyatını hatta farklı medeniyetleri bir arada tutabilen, bir merhametli şehir benim dediğim. Mevcutlar arasında farklılaşarak uzaklaşan değil, dinlemeyi sadece cevap verme kültürü üzerine kuran değil, birbirinden faydalanarak, dinleyerek, hak vererek, birbirinden razı olarak kurabiliriz merhametli şehri.

Merhametli şehri tahayyül için bir sürü teknik gerekçe, sebep sonuç ilişkisi yazabiliriz, bunları sizde tahmin edebilirsiniz. Ama ben iki adet ve net konular üzerinde durmak istiyorum.

Birincisi, çekirdek aile denilen, tavsiye edilen, bize yutturulan, modern hayatın akıl almaz labirentinden bir an önce çıkarak “bütün aile” sistemine geçmemiz lazım. “Oğlunla oba, kızınla komşu olasın“a döneceğiz yani. Yaşın, yaşamışlığın hürmetine riayet edeceğiz. “Kimin ki evinde yaşlı anne ve babası var ve o kişi cennete nasıl giremez” cümlesini hayata geçireceğiz. İnsan ölçeğindeki mekânlarda, mahremiyeti koruyan, mahalledeki kültüre ait, sokağın insanı olacağız. Belki kapı tek olacak, oradan avluya girilecek, sabah kahvaltıların, akşam yemeklerinin beraber yenildiği avluya. Sohbetin meşke dönüştüğü avludan bahsediyorum. Sabah, Anasından hayır duası alan evlat, dedesinin okula bıraktığı torundan bahsediyorum.

İnsanların yükselme arzusunu çok düşünmüşümdür. Hem kendisinin hem de yapılarının yükselme isteğini. 21 yılda vardığım sonuç şudur; insan, topraktan kaçmak, ölümü unutmak için yükselmek istiyor. Kendisinin yükselme arzusu birey bazında diğerlerine yukardan bakmak için, bina veya toplum bazında, topraktan uzaklaşmak, toprağı unutmak adınadır. Toprağa yakın olmak, insani ölçeğe inmek bize ve hırslarımıza uymuyor maalesef. Ama 10.katlara, 20.katlara kat bahçesi yapıyoruz, balkonlarda saksı içerisinde selvi yetiştirip, en güzel balkon yarışması yapıyoruz. O yüksek katlardaki kat bahçelerini neden yapıyoruz biliyor musunuz? Çünkü o toprağı istediğimiz gibi şekillendirebiliyoruz. İstediğimiz çiçeği dikip, istediğimiz ağacı koyabiliyoruz. Oysa gerçek toprak öyle mi… Topraktan kaçıyoruz vesselam, bir gün vuslat olacağını bile bile.

İkincisi ise, topraktan zengin olmayı unutmalıyız. Yukarıda da bahsettiğim gibi toprağın anlamını bileceğiz ve ona göre davranacağız. Açılacak bütün imar çalışmalarında tapulu toprak sahiplerinde eşit, adil hak paylaşımı yapacağız. Kimisinin toprağına 30 kat isabet, kimisine yeşil düşmeyecek. Bütün alanları hamur edip, tapu alanı kadar ama şartları eşit olacak. Düzen, intizam olacak.

Noksan şehir planlarından, hakim plancılarla kurtulabiliriz. Mahkum mimariden, adil mimarlarla. Kusuru dahi birilerine yüklemeyip paylaşmaktan bahsediyorum. Bilge mimarlarla inşa edeceğiz her şeyi, bilge mimarları unutmadan; Turgut Cansever hocanın dediği gibi “önce idrak edeceğiz, belki sonra inşa“. Şehrin tasvirini, cennet tasviri gibi düşüneceğiz.

Bir hadiste olduğu üzere “gerçeği istemek, gurbete düşmek gibidir”, ben de aynen öyle. Bir anamın, bir memleketimin yüzünü unutamam ama gurbete ben isteyerek çıkmadım. Ama vuslatı pek istiyorum. Vuslat ola efendim inşallah. Bu konu ne benim yazdıklarımla bitecek, sonuca kavuşacak ne de başkalarının sonradan yazdıkları ile. Farabi bile konudan pek şikayetçi imiş ki “El Medinetü’l Fazıla” diye bir kitap yazmış 950’li yıllarda. Daha iyi ve daha huzurluyu arayacağız hep beraber. Bitmek tükenmek bilmeyen medeniyet ideali enerjisi ile.

Bu konuyu yazmaya karar verdiğimde yaptığım araştırmalarda benim de ilk defa duyduğum bir sonuçla karşılaştım. Amerika’da “The International Institute For Compassionate Cities” yani “Uluslararası Merhametli Şehirler Enstitüsü” varmış. İlginç ama öyle. Hatta Gaziantep şehrimizde bir protokol ile bu enstitüye üye olarak katılmış. Merhameti bile kaptırdığımız Amerika ve onun enstitüsüyle değil ama Kayseri’de kurulacak olan “Merhametli Şehirler Enstitüsü” ile yola başlayabiliriz. Kayserimiz’in de her yönüyle merhametli bir kent olabileceğini düşünüyor ve yazımı “Merhametli bir şehrin; yarısı vicdan, yarısı adalettir” sözüyle bitirmek istiyorum. Saygılarımla…

Etiketler

Bir yanıt yazın