Size Bir Cansever Yetmezse Bize de Bir Başbakan Yetmez

Başbakan Erdoğan dün Esenler Belediyesi Şehir ve Düşünce Merkezi'nce düzenlenen "Şehir Yazarları ve Akademisyenleri" toplantısında konuştu. Konuşmasında "Bize bir tek Mimar Sinan yetmez, bize bir tek Cansever yetmez binlerce ihtiyacımız var." dedi.

Başbakan Erdoğan dün Esenler Belediyesi Şehir ve Düşünce Merkezi’nce düzenlenen “Şehir Yazarları ve Akademisyenleri” toplantısında konuştu. Konuşmanın eksenini “tarih” ve “kültürümüz”den kopuş oluşturuyordu. Erdoğan, Mimar Sinan’ı anlamak bir yana, kitabesinde yazılı olanı dahi anlayamayacak kadar geçmişimizden koparıldığımızı belirterek konuya oldukça geniş bir açıdan yaklaştığını da gösteriyordu.

Daha konuşmasının başında şehirlerin içinde bulunduğu durumdan memnun olmadığını belirtiyor, mevcut durumla ilgili çok sayıda mazeret ve bahane üretilebileceğini söylüyor, tam bu noktada naifçe bir özeleştiri gelmesini beklerken, şehirlerimizde 50 yılda oluşmuş gecekondu sorununun 11 yılda tamir edildiğini söyleyerek devam ediyor sözlerine Başbakan Erdoğan.

Konuşmasında geçen cümlelerden satır başları şöyle:

  • “Medeniyetleri tek başına idareciler inşa etmezler. Bürokratlar, teknokratlar inşa etmezler. Onların içinden çıkan sanatçılar (mimarları da örnek vererek) medeniyetlerin asıl mimarlarıdır…”
  • “Tek başına güç ve finansman ne medeniyet ne de tezahürü olan şehirler inşa etmeye yetmez.”
  • “Bize bir tek Mimar Sinan yetmez, bize bir tek Cansever yetmez binlerce ihtiyacımız var.”

Kültürümüzle, geleneğimizle yakından ilgili birkaç örnek vererek ilerleyelim.

Çamlıca Camisi

Binlerce Cansever on binlerce Mimar Sinan istediğini belirten Erdoğan’ın bizzat takip ettiğini bildiğimiz projenin mimarlık kültürüne, geleneğe katkısı yok. Mimarlığın neresinden bakarsak bakalım son derece başarısız. Türkmenistan, Kazakistan gibi otokratik mimarlık üretiminin tavan yaptığı ülkelerdeki merkeziyetçi üretim anlayışından bile kötü. Ruhumuzdaki “medeniyet ışığını” değil ama kültürel tahribatın vardığı seviyeyi göstermesi açısından anlamlı.

Yeni Başbakanlık Binası

Ayrı bir yazıya konu olabilecek olan binanın yeşil alana yapılıyor olmasına ve sürecine burada değinmiyorum. Ancak Başbakan’ın yeni bina için mimarlardan proje aldığı ve bunların içinden Şefik Birkiye’nin projesini seçtiğini biliyoruz. Esasen proje ortada olmadığı için bu konuda yorum yazmak anlamlı değil.


Ordu Belediye Hizmet Binası, Şefik Birkiye

Lakin üreteceği bu binada büyük bir devrim yaparak kültürel ve tarihi geçmişimizle bizi bağlayan yeni bir mimari stil bulmazsa Şefik Birkiye’nin projelerini gayet iyi biliyoruz. Bunları Osmanlı & Selçuklu sanmak ancak büyük bir cahillik olabilir.

Taksim Projesi

Taksim projesi bir bütün olarak kafa karışıklığının en iyi göstergesi belki de. Yayalaştırma adı altında tasarım anlamında zaten niteliksiz olan bir meydan daha da niteliksizleştirildi. Yeniden üretilmek istenen oryantalist kışla bizim kültürümüz ne diye haykırmaya tek başına gerekçe. Ama yetmiyor… Başbakan’ın zihnindeki kültürel çatışma AKM’ye de sıçrıyor. AKM’yi fazla modern bulan Başbakan AKM’yi yıkarak yerine barok bir opera binası yapılacağından bahsedebiliyor.

Opera mı, barok mu, yoksa modern mimarlık mı bizim kültürümüze ait? Sadece bu soruya cevap aramak dahi başlıca bir tartışma.

Metro Geçiş Köprüsü

Başbakan’ın konuşmasında binlercesine ihtiyacımız olduğunu söylediği Sinan’ın en önemli eserlerinden birisi Süleymaniye Külliyesi. Külliyenin hemen karşısına bir köprü yapılıyor. Bu geçiş bir ihtiyaç ve yapılmalı. Yine işin sürecine, köprünün yerine, üzerindeki istasyona, Belediye Başkanının mimarlığa soyunmasına hiç girmeden sadece konumuzla ilgili basit bir tespitle ilerleyelim: geleneğe sahip çıkmak her zaman üretmek demek değil. Kimi zaman ürettiğimiz mühendislik / tasarım objesi kendisini o kadar geri çekebilmeli ki nesiller boyu gelerek bize ulaşan mirasımıza saygıyı öyle göstermeli.

Haliç metro geçiş köprüsü pekâlâ incecik bir çizgi olarak da yapılabilirdi. Elbette bu da başlı başına bir tasarım sorunu ama dikkat çekmek istediğim; kültürden, geçmişimizden bu kadar hararetle bahsedip, elimizdeki en önemli eserin siluetini dahi etkileyecek bir köprü tasarımının nasıl acımasızca uygulanabildiği.

TOKİ

“81 il, 800 ilçe, 2.775, şantiye, 614.965 konut” TOKİ sitesine girdiğinizde sizi karşılayan bu sayılar.

Konut üretim fonksiyonunu aşarak Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimenkul ajansı haline gelmiş olan TOKİ, yayınlarında ve faaliyetlerinde “medeniyet ışığı” göstermiyor.

Türkiye’nin çeşitli yerlerinde “… mimarisi konutlar” diyerek hiçbir kültürel zemine oturmayan, gelenekle ilgisi olmayan projeler, nasıl üretildiği belirsiz bir şekilde yapılıyor. Bu işin kültürel tahribat yanı.

Kültürel tahribat yetmezmiş gibi TOKİ tarihi mirası da tahrip ediyor. (Çevre meselesi konu dışı olduğu için değinmiyorum.) Başbakan Erdoğan’ın geçmişimizi daha çok Osmanlı’ya bağladığını hatırda tutarken Türkiye’de “TOKİ’nin Bursa Şehrine Tokadı” isimli bir yarışmanın yapılabildiğini hatırlamak lazım. (TOKİ’nin mahkemeye itirazına rağmen hem de.)

Üsküdar Meydanı

Üsküdar Meydanı’nın öğrettikleri başlıklı ayrı bir makale yazılabilir. Denize açılan ve ikisi Sinan tasarımı üç önemli Osmanlı Camisi ile çevrelenen Üsküdar Meydanı herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde olsaydı ne olurdu acaba?

Başbakan’a göre “kimlik bunalımı yaşayan özünden uzak nesiller” bugünkü çevreden sorumlu ama “ecdadını tanıyan nesiller” şehirleri doğru kuracaklar. Üsküdar Meydanı’nın tasarımını mimarlık ortamına açmayan, süreci tümüyle kapalı yürüten ve Osmanlı’nın en nadide mekânlarından birisinin canına okuyan “kimlik bunalımı yaşayan, özünden uzak nesiler” değil tüm paydaşlarıyla iktidarın kendisi.

Bir mühendislik projesi olarak Marmaray’ın altyapısındaki başarı üst yapıya, mimarlığa, tasarıma geldiğinde felakete dönüşebiliyor. Üsküdar Meydanı’ndaki çözüm tam da bunun göstergesi. Kültür, gelenek, sanat, mimarlıktaki gelişme ve ilerleme yapılan etkileyici konuşmalarla değil, bu alanlarda çalışanlara yol açarak, imkân yaratarak olabiliyor ne yazık ki.

Mimarlık Düşüncesi Nasıl Gelişecek

İktidar kendi düşünce dünyasında eksikliğini hissettiği milli mimariye ilişkin yeterli çalışmayı yapmadı. Dünkü etkinliğin ev sahibi Şehir ve Düşünce Merkezi belki de bu anlamda düşünce üreten tek kurum. İyi niyetli ama çalışmaları son derece zayıf. Şaşırılacak bir sonuç da değil bu. Ülkenin, bizzat Başbakan’ın ve Bakanların en üst seviyeden söylemleri ile “Osmanlı & Selçuklu” denen bir kültür girdabından geçtiği aşamada düşünce üretme işi bir ilçenin kurduğu merkeze bırakılırsa olağan sonuç bu.

Projeler üzerinden görülebilen sorunlar kişi ve kurumlar düzeyinde de takip edilebiliyor. İstanbul ve Ankara’da Belediye Başkanları’nın adeta mimarlardan tümüyle koptuğunu söyleyebiliriz. Hem de İstanbul’da Topbaş gibi görece ılımlı ve mimar bir belediye başkanının varlığına rağmen.

Devletin mimarlık kültürü ile ilgili tek bir birimi yok. Kültür ve Turizm Bakanlığı ya da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı mimarlığı ve mimarları bir varlık olarak dahi kabul etmiyor. Yapılanmalarında, organizasyonel şemalarında buna ilişkin birimler yok.

Başbakan’ın ya da Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın mimarlık dünyası ile hükümet arasında köprü kuracak danışmanları yok.

Ülkenin fiziksel planlamasında giderek tek söz sahibi olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bizatihi tüm uygulamaları mimarlardan kopuk. Bakanlar; gazetecilerle, gayrimenkul geliştiricilerle yemekler yiyor, toplantılarına katılıyor. Ancak mimarlarla hiç ilgisi yok.

Hormonlu büyüyen gayrimenkul endüstrisinin yanında mimarları ve mimarlığı güçsüz duruma sokan politikalar da son dönemde üretildi. İnşaat tabelalarından mimar isimlerinin kaldırılması, mimarın telif hakkı ile ilgili çeşitli olumsuz düzenlemeler yapılması gibi.

Hal böyle iken bize bir Sinan ve Cansever yetmez diyerek mimarlardan talepte bulunmak Zaytung haberine konu olabilir ancak.

Muhafazakâr Mimarlıktan Bahsedebilir miyiz?

AK Parti ile Gülen cemaati arasındaki gerilimde sıkça dillendirilen bir tespit var: AK Parti’nin yetişmiş hukukçusu yok, Gülen Cemaati & AK Parti koalisyonu ile hukuk idare ediliyor, ediliyordu.

Mimarlık alanında ortada bir koalisyon yok. Çünkü milliyetçi ve muhafazakâr olarak tanımlanabilecek bir mimar kitlesinden bahsetmek mümkün değil. AK Parti ve hatta Gülen Cemaati’nin isimlerini sayabileceğimiz mimar sayısı iki elin parmaklarını geçmez.

Kentlerin içinde bulunduğu ürkütücü tablonun sorumlusu işlerin liyakat esasına göre dağıtılmaması.

İşin Özü Daha Basit

Tüm bu kimlik tartışmaları içinde unutmamamız gereken hatta öncelikle odaklanmamız gereken önemli bir konu var. Mimarlık bir tasarım işi aynı zamanda. Tasarım ve kimlik elbette ayrılamaz bütünler, kentlerimizin kimliği elbette olmalı. Lakin temel sorunlarımız var olduğunu unutmamalıyız.

  • Planlama disiplini.
    Kimlikli ya da kimliksiz her işim başı planlama. Katılımcı, nitelikli ve şeffaf.
  • Konforlu toplu taşıma.
    Minibüs, dolmuş ve otobüs (elbette kullanılması gerekir ama önce ray) toplu taşıma değil. Hedef olarak raylı sistemlerin temel ulaşımımız haline gelmesini koymalıyız.
  • Bisiklet ulaşımı.
    Kopenhag’da toplumun %36’sı işine, okuluna bisikletle gidiyor. Bizde bisiklet adeta bir dekorasyon unsuru. Hem belediyeler hem kullananlar açısından.
  • Engellilerin sokaklara çıkabilmesini sağlamalıyız.
  • Engelsizlerin geniş ve rahat kaldırımlarda yürüyebilmesi o kadar temel bir konu ki.
  • Almanların trenle 3 saatte gittikleri yolu biz uçakla 4,5 saatte gitmek istemiyoruz.
    Kent merkezlerinden hareket edecek hızlı trenlerin ülkenin her yanını sarması gerek. Demir ağlarla ören kim olursa olsun başımızın üstünde yeri var.
  • Konutlara güneş girsin istiyoruz. Ne kadar da temel bir istek aslında.
  • Daha da temelinde toprağa dokunmak istiyoruz.
    Gerekirse kente 1 saat trenle ulaşılabilecek mesafede oturabilmek ama köy yaşamı istiyoruz. Buradan işimize raylı sistemlerle gitmek istiyoruz.
  • Evimizin yakınında park olsun istiyoruz.

Doğunun Mekke’de yaptıkları ve Batı’nın on binlerce kentindeki duruma bakıyorum ve hadi hep birlikte yozlaşalım diyorum.

Etiketler

1 Yorum

  • kadri-atabas says:

    öncelikle,
    bildiğim kadarı ile AKP yönetimi iktidarı ve belediyeleri Turgut cansever in isminin arkasına sığınmak istediler, ama organizmaları uyuşmadı. O nedenle ismini kullanmalarının zaten gene bir maskelemeden öte değeri yok.
    Ayrıca, beğensinler beğenmesinler, Sosyal demokrat bir avuç genç insan ve sendikacı,memur (orta sınıf )örgütünün bir araya gelerek kurduğu Kent koop ile 2 yılda 50.000 konutluk bir projeyi ( Batıkent)sıfırdan başlama noktasına getirip, demokratik örgütlenme ile de bu işlerin yapılabileceğini, çoğulcu sistemin bir seçenek olarak değerini gösterdiler. O tarihteki merkezi yapılanmaların maddi ve hukuki direnmelerien karşın başardılar bu işi. Şimdi tamamne merkezi, ancak tarihte yanlış oldukları için gömülmüş bir ” tekçi, anti demokrat ve merkeziyetçi” yapı ile 11 yılda yaptıklarına bakıyorsunuz, 2 yıllık 50.000 konut potansiyeli ve kullandıkları güce göre hesaplıyorsunuz. Buna nal toplamak denilir.Kullanılanda kaynağı sonsuz ve kontrolsuz merkezi fonlar. Batıkent ise kendi üyelerinin kaynak ve kredileri ile var oldu. Seçenek halen orada, bu hükümete ve maalesef CHP ye rağmen…

Bir yanıt yazın