Para ve Mimarlık

Aklım İstanbul'a gidiyor, Busan'a bakarken. Farklı kültürlerde, farklı kentler, farklı ölçekler de olsalar, iki değişik dünya arasında gidip geliyor düşünceler.

İstanbul’da olanlar, olacaklar, özellikle Taksim’deki Gezi’nin arkasından yaşam adına ve yeni bir mimarlığa doğru, mimarlık eğitimine doğru okuyacağımız mesajlar, her şeye karşın tam yol inşa edilenler, inşa edilecek olanlar, mega tasarımlar, çılgın projeler, dev konut blokları, dev camiler, yine dev köprüler ve her yeri kaplayan alışveriş merkezleri, bütün yapılanların arasında o hala elde kalan yanı ile bile kendine özgü doğanın erişilmez tasarımı burada olanların daha farklı bir versiyonu, dev bir versiyonu.

Hepimiz mimarlığın bir yanının farklı nedenlerle, farklı biçimlerde insanlar için inşa etmek olduğunu, yeni bir dünya, yeni dünyalar yaratmak olduğunu biliyoruz. Yine mimarlığın bir çok yönden para ile beslendiğini, profillendirildiğini, özellikle inşa etmenin her türlüsünün bizim ülkemiz dahil dünyanın birçok ülkesinde ekonomilerin lokomatifi olduğunu, hatta ülkelerin siyasal panaromalarını, ileriye dönük planlamalarını da etkilediğini de biliyoruz. Ama sadece para için, proje yapmak için adeta değerleri yok etmenin, adım adım doğayı yok etmenin, tarih, gelenek, görenek, kültür demeden değerleri yitirmenin, adeta kökleri kesmenin, her yeri dümdüz etmenin, her yeri şantiye alanı haline getirmenin gerçekten alemi var mı? Nerededir aradaki bu hassas çizgi inşa etme ile etmeme arasında, ya da başka türlü bir şekilde, başka yollarla geleceği inşa etme, tasarlama arasında? Ve mimar bu hassas çizginin neresinde?


Fotoğraf: Hüseyin Yanar

Sakin bir cumartesi… Ara sokaklardan Gwangalli Sahili’ne yürüyoruz sevgili Woo ile birlikte. Okyanus ve dalgaları, rüzgarın esintisi ile bizi karşılıyor. İleride, bir uçtan bir uca denizin üzerinde bir çizgi gibi devam eden Gwangan Köprüsü var. Bu köprü okyanusu üç yerden geçen ve kentin el gibi denize uzanan yarımadalarını birbirine bağlayan köprülerden sonuncusu. Karşımızdaki yolun ötesinde, her yer boydan boya kesintisiz kum kaplı. Solda ise bütün panaromayı belirleyen Daniel Libeskind’in ve onun arkasında da kendisi gibi aynı dünyadan, Amerika’dan gelen başka bir mimarın yaptığı kuleler var. Etrafındaki ölçeğe aldırmayan devasa kuleler. Her ikisi de cephe malzemeleri ve renk seçiminden ötürü, aynı mimar elinden çıkmış gibi. Biri planda Aalto’nun vazolarının kenarları gibi dalgalı. Önlerindeki ise Libeskind’in kılıçları çekmiş, göğe savrulan yapıları ile sahildeki en büyük, dev binalar kütlesi. Kulelerin arkasındaki Haeundae koyuna doğru yürümeye karar veriyoruz. Haundae’nin daha da ilerisinde ilk fırsatta gitmeyi istediğim Okyanus Tapınağı Haedong Yongungsa’nın olduğu Songjeong kıyıları boydan boya uzanıyor. Sahile bakan yolun kenarındaki sayısız eğlence yerleri arasında bulduğumuz kalabalık bir kafe de soluklanıyoruz. Oturduğumuz masadan gelen geçene bakarken, etrafımdaki kalbur üstü giyimi kuşamı, lokantaları, gazinoları, saç stillerini, farklı farklı insanları görünce oraya gelene kadar Sanbokdora dahil farklı farklı dünyalardan geçerek başka bir dünyaya geldiğimiz daha iyi anlaşılıyor. Kahveler bittikten sonra kıyıda yürümeye devam ediyoruz. Buradaki her şey, sanki bu sahil dünyasının ve o dünyanın hareketli gecesine hazırlanan gündüzünün bir parçası. Barlara, camekanlara ışıklarla yansıyan şişe şişe, renk renk her çeşitinden içkiler, büyük puntolarla henüz anlamadığım dildeki ışıklı neonlar, yoldan geçen üstü açık arabalar, lüks araçlar, buraya ait insanlar, kısacası her şey bu dekora uygun. Biraz ileride kıyıda etrafına izleyicilerin biriktiği beyazlar giymiş Koreli pandomim sanatçılarının gösterilerinin yanından onlara göz ucu ile bakarak geçiyoruz. Yosunlar sahile vurmuş, kumsaldaki parlayan suyun üzerinde koşuşturan çocukların yanıbaşında. Şimdi sırada Millak tarafına doğru üst üste yığılan, beton prekast elemanlarla oluşturulmuş dalgakıranların eşliğinde, betonların yanıbaşından yürümek var. Sesler arkamızda kalıyor. Üst üste gelmiş betonların aralarında gözükenleri, gölgeleri, boşlukları hızla çekiyorum bir iki karede. İşte meşhur Libeskind ve arasında ona fon yapanlar artık tam karşımızda. Kaçış yok, ona doğru yürüyoruz. Dev gibi. Sanki biz giderken o geliyor üstümüze. Adım adım yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça daha da büyüyor.

Daha ileri de fotoğrafını aldığım ve aldıktan sonra dikkatle detaylarına baktığım bir sahne hatırlıyorum. Beton dalgakıranların arasında bir küçük liman var, Pasifik Okyanusu’na çıkan balıkçı motorları için. Sempatik bir mekan. Motorların baş taraflarından sahile yanaşan uçları yanyana beton rıhtıma bağlanmış. Suyla sahil arasında bir boşluk bulunuyor. Sahilde yanlız başına bir balıkçı oturmuş. Belli ki kendisine biraz da ortalıkta olmayan, gizli bir yer seçmiş. Bu aralıkta etrafındaki olan bitene çok aldırmadan balık tutuyor. Fonda, görüntünün arkasındaki eksende yine Libeskind’in kuleleri yer alıyor. Balıkçının umursadığı yok. Yaşlı adam burada geçici bir dünyanın oyuncusu, elindeki mütevazi olta da, arkasındaki insanlar da, onların dolup taştığı marketlerdeki canlı balıklar da, tuttukları, tutacakları da. Etrafındaki motorlar da, motorlardaki ağlar da, sahildeki üst üste yığılmış dev balık kafesleri de. Yamaçlarda bütün kenti bir uçtan bir uca saran Sanbokdoro konutları gibi. Orada sanki yavaş yavaş yok olacak, yıkılacak, kurtarılıp yaşama katılabileceklerin dışında yerlerine yenilerinin yapılacağı evler gibi. İsmi bilinmeyen, hatırlanmayan mimarların, belki de ustaların ya da ev sahiplerinin can havli ile kendilerinin yaptığı o savaş sonrası mekanlar gibi, hatta bazılarının yıkılması an meselesi olan derme çatma, hala insanların yaşadıkları konutlar, barınaklar gibi… Ya Libeskind… O ise aynı hayali kuran bir çok kişi gibi hep kalıcı olmak isteyen, hep orada olmak isteyen, hep ben buradayım diyen, dünya durdukça sanki daha sonra estetik ameliyatlarla ayakta kalacak binasıyla, bu panaromadaki başka bir aktör. Burada yaptığı, altına imzasını attığı ise tam anlamı ile gücün göstergesi, oradaki yerel kararlar ve yerel otoritenin kabulleri ile. O, bir zamanlar mimarlık dünyasında fırtına gibi esen ve herkesin, hepimizin bir tarafından ders aldığı unutulmaz efsanevi çizgilerini, yapıtlarını, izlerini her yere döken unutulmaz bir mimar olsa da, Busan da bu sahildeki 80 li katların yükseğine çıkan işte bu dev mimari heykelin tasarımcısı. Son dönemlerde tezgahından çıkan bu tür işleri gibi Haeundae Udong konut, büro binaları ve otel Projesi de sadece ve sadece paranın eseri. Sahilde diğer benzerleri ve hatta onları bile geçecekler için yol gösteren bir proje. Önemli bir başlama vuruşu. İşte yaşam, mimarlık, değerler, kabuller karşı karşıya geliyor. Bu karmaşık resimde bir bakıma içten içe hesaplaşıyor hiç konuşmadan. Mimarlık, bir anlamda gerçek yaşamla yüzleşmeye başlıyor. Libeskind’e karşı Sanbokdoro, ya da meçhul balıkçıya karşı ünlü Libeskind… Geçicilik ya da kalıcılık. Varolma ya da yokolma, bütün anlamları ve derinlikleri ile yüzyüze geliyor. Hassas bir denge. Bunların arasında, dostlardan duyduklarım, yerinde gördüklerim ve hissettiklerimle etrafımızda bizi saran yüksek beton binaların arasından uzaklarda kendini öbek öbek gösteren Sanbokdoro mimarisi ve atmosferi tekrar sohbetimize katılıyor.

Kore halkının hala aklından çıkmayan, ellilerin başındaki o unutulmaz üç yıllık savaş, uzun yıllar önce bitmiş. Ama sanki sabaha karşı dörtte, haziran ayının yirmi beşinde başlayan o lanet savaşın kokusu hala bu kıyılarda, parklardaki kayalar üzerinde, insanların yüreklerine yazıldığı gibi. Bu savaşta çok uzaklardan, bizi de ilgilendiren önemli bir detay var, kaybettiklerimizle ilgili. NATO içinde kayıtsız şartsız Güney Kore’nin yanında yer almışız. Menderes Hükümeti tarafından Kore yarımadasında gönderilen, hala neden gönderildiği bugün bile tartışılan, buraya gelen 5000’i aşkın Türk askerinden 900’den fazlası yani yaklaşık beşte biri bize yaşamını hala kardeş ülke dedikleri Kore’de kaybetmiş. Bu sıcak savaşta, cephedeki ateş hattında yok olup gitmişler. Birçoğu hala Busan’ın Birleşmiş Milletler mezarlığında, şehitliğinde okyanus kıyısında yatıyor. Siviller dahil yaklaşık 3.5 milyon insan da yaşamını kaybediyor. İşte bu dram sonrası insanlar akın akın Busan kentine geliyorlar, savaş sırasında olduğu gibi. Çünkü orası ülkenin hiç kapanmayan kapısı, yeniden kurtuluşun başladığı yer Koreliler için. Bu kent işte o zamanlar adeta bir nufus patlaması yaşıyor. Ülke çok fakir. Elde yok, avuçta yok. Yine mektupların okunduğu tarihi merdivenlerde, bugün orada tarihi kırk merdivenlerde, bugün heykelinin durduğu akordion çalgıcısının etrafında buluşuyorlar aileler, akrabalar, tanıdıklar, eskiden olduğu gibi. Konut lazım, yaşamak, barınmak için. Aileler evsiz. Evler yapılmaya başlanıyor, savaş yıllarında da olduğu gibi. El ele tutuşmuş, üstüste gelmiş, biribirine yaslanmış, biribirine sokulmuş, anılarının üzerine inşa edilmiş evler. Çatılarına çıkılan, diğer komşuları gören, aralarından sanki komşulara dokunularak, komşu kapılarına vurularak geçilen evler… Işte Busandaki “Sanbokdoro” konutlarının, “Sanbokdoro Mimarlığı”nın macerası böyle başlıyor. Daha derli toplu olanlarından hem sokakları hem de ev planlamaları çok daha irrasyonel, elde olanlarla inşa edilmiş versiyonlara doğru farklılaşıyor. Her türlüsü el birliği ile dağların yüksek, eğimli yamaçlarına kendine özgü, savaş sonrasına özgü yapıları bir bir inşa ediliyor.


Fotoğraf: Lee Seong Yeon

Kore dilindeki söyleyişi ile “San bouk Doo Rou”yu yani Sanbokdoro, tam anlamı ile içinde türlü sırların olduğu bir labirentler dünyası. Kalın bir eskiz kalemi ile orasından burasından çizilmiş bir kentin, sınırları çizilemez rengarenk bir mahalleleri gibi. Her yer yoruma açık, insanı ileriye doğru düşündürüyordu. Hiç birşey bitmemiş. Sadece belki bu eskilikler arasında yeni bir şeylerin başlama anları var her yerde, kendine özgğn mekanlarında. “Dağ tarafındaki yol” anlamına gelen bu mahallelerin her köşesi ayrı bir gizem taşıyor. Her birinin ayrı hikayesi var. Başka bir mimarlık. Üst üste, alt alta gelmiş, omuz omuza, hep birlikte toplu hikayelerini anlatıyor. Sanki korunma içgügüsü ile biribirine sokulmuş evler. Bizim Anadolunun, Neolitik yerleşmesi Çatalhöyük ve hemen arkasından modern ve ileri bir Çatalhöyük yorumu diye de nitelendirebileceğimiz Moshie Saftie’ nin Monrealdeki Expo 70 Habitat konutları akla geliyor. Tabii bütün bunlar kafada dolaşırken İstanbulun o eski gecekonduları, bugün bile bir çok yerde başka türlü bir mimarlığın renklerinin, ipuçlarının bulunabileceği gecekondular ve İstanbulun o sürprizli, spontane mekanlarının atmosferi onlara tempo tutuyor. Hayatın içinden dekonstriktivism denilen bir şey tanımlanabiliyorsa, o da burada olmalı her anlamı, her türlü seviyesi ile.

Sessiz genelikle Sanbokdoro sokakları. Sanki sakinleri artık elini ayağını çekmiş gibi o eski mekanlardan. Genellikle hüzünlü sokak araları biribirine açılıyor. Bir çoğunda, evden ayrılan, artık kendi yollarında, farklı yaşamlar sürdüren evlenmiş çocuklarından ayrı, evlerde yanlız kalan yaşlılar var. Öbek öbek, orada burada toplanmışlar. Bazıları da özellikle erkekler tek başlarına. Bir kaçı, derme çatma, yüksekçe bir platforma oturmuş sohbet ediyor, kenti Pasifik Okyanusu’nu gören yerlerde. Kimileri evlerinin önündeki kaldırımlarda, ya da yükseğe tırmanan merdivenlerin geniş sahanlıklarında herkesin yanlarından geçtiği yerlerde yaygılarının üzerinde, sıcak bir sohbette bir araya gelmişler. Çoğunun evlerinin önlerinde, teraslarında, özenle baktıkları, yeşil sürprizli, aniden karşınıza çıkıp sizi şaşırtan küçük bahçeleri var umulmadık köşelerde. Isıtma sistemi değişince, upuzun mavi beyaz bacaları metruk, kullanılmaz kalmış saunaların. Yaşlılar dumanı tüten günlerini özlüyor yüksek, minareleri andıran bacalarda. Çok dik ve dar merdivenlerle evleri biribirine bağlayan yatay sokaklara varılıyor. Bu yerleşmeler kentle iç içe, bazı yerlerde merkezlerin içlerine kadar sokulmuş. Bazen de bir sokağın sonunda, kentteki gürültüden uzakta yüksek binaların arasından arka fonda gözüküyor. Daha sonra kent dışından göç edenler de aynı kurallara uymuşlar. Bazıları ise kentin yamaçlarını sarmış. Kente, olana bitene uzaklardan bakan yerleşmeler. Sanbokdoro’nun farklı renkleri de, yerleşme karekterleri de, kentle olan ilişkilerine, yakınlık ve uzaklıklarına göre değişiyor. Örneğin Anchang, biribirine benzer mavi çatıları ile, yan yana sıralanmış evleri, yine dar sokakları ile Sanbokdoroların daha başka kentin dağların arasına çekilmiş farklı bir şekli. İşte bu çilekeş arka sokaklar, kentin arkasındaki gözardı edilemez fon, entellektüellerin, aktivistlerin, akademisyenlerin, sanatçıların, mimarlık fakültelerindeki hocaların, öğrencilerin ilgisini çekmeye başlamış.

Kente ilk geldiğim günlerde, merkeze yakın dik bir bayırda orada yaşayan bölge sakinleri ve öğrencilerin, sanatçıların bir araya gelerek yokuştaki bir yüksek duvarda yaptıkları çalışmalara katılmış daha sonra katılanlarla kentin bu bölgesinde limanı ve etrafındaki Sanbokdoroyu bir uçtan bir uca katettiğimiz uzun bir yolculuk yapmıştık. Sonra da bizim stüdyodaki öğrencilerle bu sokaklarda proje yerleri aramaya, proje yapmaya, bu sokakları dinlemeye başladık. Kent yönetiminin ve özellikle gönüllü profösyonellerin çabaları ile yollar yolların sonunda buradaki sakinler ve gelen ziyaretciler için ortan mekanlar, sergiler, kafeteryalar, soluklanma yerleri, dar bütçelerle renkli merdivenler, duvarlar tasarlanıyordu. Amaç hafızaları tazelemek ve Sanbokdoronun hikayelerini yinelemek ve yeni nesillere anlatmaktı. Ve tabii dikkat çekmek buraları bir bir yıkıp yeniden betonlaştırmak isteyenlere, çıkan yönetmeliklere, kurallara, mütahitlere karşı koymaktı ve bir çözüm, ya da farklı çözümler üretmekti. Mimarlığın bu cephesinin hikayesini anlatmak için mimarlar da, sanatçılar da dahil bir gönüllüler ordusu yaratmak gerekiyordu.

Farklı kültürlerde olmalarına karşın, bu topraklardaki, Sanbokdoro yerleşmelerinin kaderi, hemen hemen Kore’dekilerle aynı yıllarda yapılamaya başlayan İstanbul’un o dillere destan gecekonduları ve bugüne gelen türlü türlü uzantılarının kaderi ile özdeş. Varolurken yokolmaya da mahkum. Ama tasarım adına önemli upuçları bulunabilecek bu yerleri dönüştürmek için yapılacak çalışmalar hem burada yaşayanlar hem de yeni gelecekler için çok hayati bir anlam ve önem kazanıyor. Burada da kentsel dönüşüm bir çözüm olarak düşünülse de nasıl olacağı, parametrelerinin neler olacağı sadece meslek adamlarını değil orada yaşayanlarları da çok yakından ilgilendiriyor. Müteahitler, ya da devlet eli ile bunların nasıl korunacağı ve yenilenecekse, yeni yorumların, ipuçlarının nasıl olacağınin belirginleştirilmesi de, sadece mimarlar da dahil tasarımcılar açısından değil, bir çok bilim dalının ortaklaşa çabasını gerektiren uzun soluklu bir iş. Yani kısacası buralara sadece tam bir alan temizliği yapılacak ve üzerinde mütahitler ve mimarlar tarafından para kazanılacak, yeni binalar tasarlanacak yerler olarak bakılmaması esas. Bu kentin elinin altındaki çok önemli değerlerden, hazinelerden biri olan Sanbokdoro mekanların çok özel hikayelerinin, kent yaşamına ve mimarlığına katılmasının yollarının aranması ve bu mekanların önemi ve kentin hafızasında yer bulması buradaki çabalar adına çok değerli. Çünkü Sanbokdoro, mimarlıkta ve mimarlık eğitiminde çok önemsenen biçimin formun çok ötesinde başka değerleri, derinlikleri olan bir yer. Herşeye uzaktan bakan yaşamın içinden bir yer. Tasarım adına mimarlığın, mimarlık eğitiminin, mimarlık üretiminin her yanını sarmış steril bir dünya değil. Yukarıdan aşağı, yaşamın ortasından alınmış rengarenk bir kesit.


Fotoğraf: Hüseyin Yanar

Mendireği dolaştıktan sonra balıkçının yanından geçip, onun hemen arasındaki büyük canlı balıklar satılan marketlerin önünden buruna daha yaklaşıyoruz. Sağdaki denize bakan kat kat sahil beton tribün tipi oturmalarda kalabalık Koreli aileler piknik yapıyor, akşam yemeklerini Korelilerin özel stilleri ile kimisi yoğa yapar, kimisi bizdeki bağdaş kurar gibi oturarak yiyip, bazıları ülkeye özel alkollü içkileri Maggelli* ya da Soju**larını içiyorlar. Ama hiç dağıtan yok. Güzel bir ortam. Bizde birşeyler alıp aralarına karışıyoruz bir süre. Karşımda Woo, tam yoga yapan birinin oturuşu gibi dim dik ayakları altında oturuyor. Ben de bağdaş kurmaya çalışıyorum. Sohbetler arasında hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Küçük bir çocuk rıhtıma giren su yarığının üzerindeki taşlardan bir bir atlayarak öte tarafa geçiyor. Aklıma kimbilir kaç kez bizim Toivo ile seyrettiğimiz “Karete Kid” geliyor. Kalabalığı geride bırakıyoruz. Yakınlarda çalan bir orkestranın Kore melodilerin de arkamızda bırakıyoruz. Artık daha önce planladığımız Haeundae sahiline gitmeye zaman yok. Şimdi yüzlerce odası daha bir ışıklı burnumuzun dibindeki Libeskind’in kulelerinin yanından ahşap yürüme yolunun üzerinde nehir boyuna doğru sapıyoruz. Yolda spor yapan, koşarken beyaz kulaklıkları ile müzik dinleyen bir iki genç yanımızdan hızla geçiyor. Metro istasyosyonuna döneceğimiz sapakta nehrin öte tarafında sürpriz bir final bizi bekliyor. Bu defa Coop Himmelblau’da karşımızda. Evet şimdi, nehrin öte yanında, karşımızda sanki ışıklı bulutlar arasında renklerini değiştiren başka türlü bir bina var. İşte bu da başka bir melodi, işte başka bir mimarlık. Mimarlık esintisi başka türlü içimize işliyor. Başka bir gösteri seyrediyoruz şimdi. Busan Sinema Merkezi, esen bir rüzgar, bir vadi, bir peysaj ve kısacası binalıktan çıkmış başka türlü bir mekan gibi. Yukarılara fırlayan değil yatayda yayılan uzayıp giden bir bina. Geceye doğru daha bir başka. Bu da başka bir eskiz olmuş sanki suya yansımaları ile. Uzaktan sağda solda bizim gibi diğer seyredenlerle uzun süre seyrediyoruz. Bir süre sonra birden ışıkları sönüyor, gölgeler etrafa yayılıyor biraz sonra yine başlayacak showu öncesi sessizliğe ve karanlığa bürünüyor ve yavaş yavaş yok oluyor. Sanbokdoro’nun kentin diğer bölgelerinden daha az yanan ara sokaklarındaki loş gölgeleri ve erken sönen ışıkları, başka türlü bir peysajda yavaş yavaş kaybolan hali gibi… Bitmeyen bir tasarımın ileriye doğru daha da düşünülecek, hayalleri kurulacak mekanlarında olma hali gibi…

Karanlık ve gölgeler de arkamızda kalıyor… Yemyeşil, hatta koyu yeşil yüksekçe dağların aralarında yer bulmuş kimi yerleri ile dehşet verici bu düşey kentin ve ona uzağından, yakınından sanki çaresizce dehşetle bakan, bu başka türlü yatay kentin aşırı kontrastlığı arasında… Busan kentin derinliklerine, burada yaşayanların yaşayanların iç dünyalarına sinen o savaştan tam 60 yıl sonra yeniden yapılmalar ve yıkılmalar arasında metroya varıyoruz, hala mimarın, mimarların, paranın, parasızlığın, karar vericilerin önlerine serdikleri bu resimdeki kendi kararlarını, hassas rollerini, düşünerek…

* Maggelli, bizdeki ayrana benzer ama buraların alkolü düşük içkisi, ayranın daha mayhoş ve ayni kıvamda olanı…
** Soju, alkol oranı daha yüksek (15 derece) olan votka tipinde bir içki. Yani bizdeki rakının üçte biri sertlikte…

Etiketler

Bir yanıt yazın