Ulusal Mimarlık Sergisi ve Türkiye’deki Mimarlık: XII. Dönem Üzerinden Değerlendirmeler*

XII.’si gerçekleşen Ulusal Mimarlık Sergisi, bu programın başlangıcından bu yana Türkiye’deki mimarlığın gelişimini ve gündemini takip etmek açısından önemini sürdürüyor.

Bu takibi olanaklı kılan, başladığından bu yana istikrarlı biçimde devam etmesi ve her serginin bir katalog halinde belgelenmiş olması. İlk dönemden bu yana yayımlanan sergi katalogları tarandığında, Türkiye’deki mimarlık üretiminin değişim ve dönüşümünü izlemek mümkün. Bu bağlamda bir değerlendirme yapıldığında, ilk serginin düzenlendiği 1988’den bu yana ekonomideki, inşaat ve gayrimenkul sektöründeki, yapı malzeme ve teknolojilerindeki, iletişim teknolojisindeki, mimari tasarımda kullanılan araç ve teknolojilerdeki gelişimlerin, mimarlık üretimini nasıl etkilediğini izleyebiliyoruz. XII. Ulusal Mimarlık Sergisi, bu değişimlerin mimarlık alanına verdiği yeni şekli izlemek açısından öncekilere göre daha çok şey söylüyor. Bu gözlem üzerinden, Türkiye’de dönüşen mimarlık alanı üzerine kısa bir değerlendirme yapılabilir.

Pratik yansımaları en çok ekonomi ve iletişim alanlarında izlenen üst dinamiklerinden kaynaklanan ve 2000’li yıllardan itibaren etkisi daha çok hissedilen, son birkaç yılda ise oldukça baskın olan koşullar; mimarlık üretimini ve bağlı olarak mimarların rollerini, çalışma biçimlerini, hatta ofislerinin organizasyonel yapısını hızla dönüştürmeye devam etmekte. Aynı dinamizmin izlerini mimarlığın sonuç ürünlerinde, yani proje ve yapılarda da sürmek mümkün. Adeta, sermayenin sınır tanımaz “dünyalı” kimliği, uğradığı her ülkede olduğu gibi, burada da kendisi gibi genel geçer bir “dünya” mimarlığını yaygınlaştırmakta. Buradaki dünya mimarlığından kasıt, yüksek bir kaliteye referans vermekten çok, herhangi bir coğrafyaya aidiyet endişesi taşımayan, herhangi bir kültürün veya ideolojinin imgesi rolüne soyunmayan, nesnelliğini malzeme ve teknolojinin pratiklerinden, ruhunu ise “trendlerden” alan bir mimarlık. Sınırlar ötesi benzerliğin kaynağı ise, sınır kavramını ortadan kaldıran iletişim olanakları. Özellikle iletişimin görsel katmanı üzerine gelişen “sınırsız bilgi alışverişi”, ürün ile onu var eden bağlam arasındaki “sahici ve canlı” ilişkiyi soyut bir ilişkiye dönüştürünce, her yerde kendini tekrar edebilme olanağı kazanan bir “güncel mimarlık” tavrı hızla yayılabilmekte. Bir başka ifadeyle “postmodern kapitalizm”, belki de yeni yeni fethetmeye başladığı Türkiye mimedilarlık alanında, “başarının” ve “iyi kariyerin” ölçütlerini hız ve dinamizm temelinde dönüştürmekte. “Kendisi” ve “sahici” olmaya fırsat bulamayacak kadar hızlı, aktif, dinamik ve de tükenene kadar üretime odaklanılan bir ortamda, içerik ve niteliğin biraz geri planda kalması kaçınılmaz. Her tasarımı yeni bir deneyim olarak algılayıp adeta bir araştırma ve keşif sürecine döndüren geçmişteki tavır, bu yeni koşullarda varlığını sürdürmekte zorlandığından, yarattığı kendine özgü niteliğe de giderek daha az rastlanmakta, yerine daha çok teknolojik olanakların ve moda olan tarzın yarattığı anonim bir kalite ikame edilmekte.

Yeni koşullar, mimarın ve mimarlık ofislerinin yapısını da değiştiriyor. Artan iş hacmi ve hız, geçmişin “tek adam” merkezli mimarlık ofisini, sancılı bir şekilde “kurumsal yapıya” dönüştürmekte. Sancılı bir şekilde, çünkü organizasyonel olarak kurumsal yapıya dönüşmek kolay görünse de, tasarım üretiminin geçmiş alışkanlıklardan vazgeçilerek sürdürülmesi belli bir geçiş süreci gerektirmekte. Çalışan sayısı 50-60 kişiyi aşan ofislerin sayısı, istisna sayılmayacak kadar çok ve bu geçmişe göre oldukça büyük bir ekibi ifade ediyor. Yüksek iş hacmine bağlı olarak kalabalık bir ekiple hızlı üretim zorunluluğu, geleneksel anlamda her şeyini tasarıma odaklamış mimarlık ofislerinin, yakın zamana kadar yabancı oldukları iş idaresi, işletme yönetimi vb. konuları gündemlerine almalarını gerektiriyor. Zamanı ve kaynakları optimize ederek kullanma zorunluluğunun, tasarıma yansıyan pratik çözümü ise, kendi ürettiği veya yukarda bahsi geçen anonim kalitenin ürettiği çözüm kütüphanesine, giderek daha çok başvurulur olması.

Sadece Türkiye’ye özgü olmayan, benzer koşullardaki coğrafyalarda da paralel olarak süregelen bu durumu, olumsuz bir ön kabulle yargılamak niyetinde değilim. Ancak, mimarlığı neredeyse kutsanmış bir alan olarak görme eğilimi ne kadar sorunluysa, kendini yatırım sektörünün beklentilerine göre “herhangi bir hizmet alanı” olarak yeniden kurgulayan mimarlığın yaygınlaşması da o derece sorunlu olacaktır.

XII. Ulusal Mimarlık Sergisi, yukarda çizilen çerçeveyi gösterdiği kadar, aynı olanaklar ve girdiler içinde, ortamın koşullarına kayıtsız şartsız teslim olmaksızın yapılacak üretimin yaratacağı farkı da göstermekte. Yapı Dalında Ödül alan, Kerem Erginoğlu ve Hasan Çalışlar’ın Turkcell Ar-Ge Binası ile, Mehmet Kütükçüoğlu ile Ertuğ Uçar’ın Yapı Kredi Bankası – Bankacılık Akademisi Binası, söz konusu farkın ortaya konduğu pek çok örnekten ikisi. Her iki yapının ortak sayılabilecek özelliği, evrensel olan mimari dillerin, bulundukları bağlama ve yere ait kılınmasındaki başarıları.

Yapı Dalı, Koruma – Yaşatma dalında ödüle layık görülen iki uygulama, – Kerem Erginoğlu ve Hasan Çalışlar’ın DDB Tuz Ambarları Projesi ile Gül Köksal ve Burak Altınışık’ın Kazıklı Kervansaray Projesi – Türkiye’de bir hayli sorunlu olan “koruma” alanında, – daha çok olumsuz örnekler ve yaklaşımlara karşı haklı bir refleks olarak gelişen – katı tutumların ve kalıpların dışına çıkıldığında yaratılabilecek değerlerin somut örnekleri niteliğinde.

Bu dönemin katılımları üzerinden yapılacak bir iki gözlem, Türk Mimarlığının güncel dinamikleri konusunda ilginç tespitlere olanak tanıyabilir. Bu dönemde, yurtdışında yapılan mimarlık faaliyetlerindeki artış, bu gözlemlerden biri. Ancak dikkat çekici olan, yurtdışına açılmanın ilk fazı sayılabilecek komşu veya tarihi-kültürel bağların olduğu coğrafyaların ötesine geçişin giderek artması. İkinci faz diyebileceğimiz bu genişleme, mimarlık hizmet üretiminin gerçek anlamda uluslararası kalite ve düzeye yönelme eğilimini gösteriyor. Bir başka ifade ile, evrensel arenaya atılan adımlar artık gönül bağları üzerine değil, uluslararası düzeyde kalite üretme üzerine kurulmakta. Dikkat çekici diğer bir gözlem, Türkiye’de belli nitelikte mimarlık üreten ofislerin coğrafi dağılımı konusunda. Ödül adayı seçilen toplam 38 proje ve uygulama, yurtdışındaki 7 yerleşimi bir kenara bıraktığımızda, Türkiye’nin 9 iline yayılırken, bu proje ve uygulamaların müellifleri, – birkaç istisna haricinde- İstanbul ve Ankara’da faaliyet gösteriyor. İstanbul, Ankara ve İzmir’dekilerin dışında, hiçbir proje ve uygulamanın müellifi, mimarlık hizmetine konu olan yerde faaliyet göstermiyor. Bu tespitler üzerinden kesin ve bilimsel bir sonuç çıkarmak mümkün olmasa da, durumu mimarlıkla “yatırım” sektörü ilişkisi üzerinden açıklamak veya göreceli olarak yüksek nitelikli yapılar yurt sathına yayılırken, bu standartta mimarlık hizmeti üretiminin daha yavaş yaygınlaştığını söylemek mümkün.

Ödül ve Sergi Programı’nın, uygulamadaki bazı değişikliklerle daha da gelişebileceği görüşündeyim. Özellikle üstlenmiş olduğu “dönemini belgeleme misyonunu” daha iyi yerine getirmek açısından bazı adımlar önemli katkı sağlayabilir. En önemli konulardan biri, mesleki uygulama prosedürlerinin sergi katılım koşullarındaki ağırlığı. Bu prosedürlerin ülkenin tamamında mutlak olarak uygulanamadığını, içeriği itibarıyla da mimarlık üretiminin nitelik ve meşruiyetinin tek ve kesin belgesi olarak görülemeyeceğini dikkate aldığımızda, durumu yeniden gözden geçirmek gerekir. Şüphesiz meslek odasının düzenlediği bir “Sergi ve Ödül Programı”na yasal sorunları olan uygulamaların katılması önerilemez. Vurgulamak istediğim, yasal veya etik sorun içermediği halde, prosedürel eksikliklerden dolayı değerlendirmeye alınmayan yapıların Sergi ve Ödül Programı’na katılımının sağlanmasıdır. Önemi ve niteliği ile Türkiye mimarlığı içinde özel yerler edinmeye aday bazı yapıların geçmişte bu nedenle program dışında kalmış olması üzücüdür. Programın uygulanma sürecinde, yapılmasının yararlı olacağını düşündüğüm bir başka değişiklik ise, Yapı Dalındaki katılımların, sadece temsilleri üzerinden değil, yerinde görülerek değerlendirilmesinin sağlanması. Çeşitli zorluklarına rağmen bu olanağın yaratılmasının, ödül programını güçlendireceği görüşündeyim. Özellikle, temsil ortamında yapının farklı bir gerçeklik olarak adeta yeniden üretildiği düşünüldüğünde, yapıları yerinde incelemek büyük bir gereklilik haline gelmekte.

Son olarak bir tespit: giderek artan ve “toptan bir mimarlık niteliğini” değerlendirmekten çok “tanınırlık sağlama” veya “kendi alanında bir tür sertifikalandırma” gibi pratik misyonların belirleyici olduğu “sektörel ödüller”, “ödüllendirilmiş mimarlık” algısını yeniden yapılandırmaya başladı. Özellikle yeni kuşakların mimarlığa bakışı açısından bu tür gelişmeler önemli. 2010 yılında, Türkiye’deki üniversitelerde açılan mimarlık lisans programı sayısının 45’e, kabul ettikleri öğrenci kontenjanının 3000’e çıktığı dikkate alındığında konu daha dikkat çekici hale geliyor. Sonuçta, oldukça kurumsallaşmış olsa da, Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri programının gelişimini sürdürmesi, döneminin mimarlığını kapsamak ve yansıtmak konusundaki gücünün artması, sergi ve sonuçlarının meslek alanıyla beraber tüm kamuoyuna güçlü bir şekilde duyurulması, ileriye dönük gelişimleri yönlendirmek açısından önem taşımakta.

(*) “Mimarlar Odası, 12. Dönem Ulusal Mimarlık Sergisi Kataloğunda (2011) yayınlanmıştır” 

Etiketler

Bir yanıt yazın