Metropolis

Taksim Meydanı için gündemde olan projeyi basit anlamda incelediğimizde, yapılacak müdahalenin Taksim ve çevresindeki yaşantıya ne kadar olumsuz etkileri olacağını görmek zor değil.

Senelerdir bir transfer ve buluşma noktası olarak İstanbullular’ın belleğinde ve yaşantısında yer eden bu alan, bugün sahip olduğu bu mekân kullanım özellikleri birbirinden ayrılarak başka bir kimliğe büründürülmek isteniyor. Teknik olarak tek avantajı ise Taksim ve çevresindeki trafik akışını hızlandıracak oluşu. Ancak altındaki trafikle ve transfer noktalarıyla hiçbir bağlantısı olmayan 98.000 metrekarelik yayalaştırılacak bir yüzeyin İstanbullular’ın yaşantısında, birçoğumuzun yakından tanıdığı Fritz Lang’in Metropolis filmindeki gibi keskin bir yeraltı ve yerüstü yaşantısı farkının ortaya çıkacağı kesin. Üstelik de üst dünyadaki yaşam hiç de filmde olduğu gibi cenneti vaat edemiyor. Ayrıca, hâlihazırda yakın çevresindeki trafik yükü tartışılmayacak bu noktada yeniden yapılacak düzenlemenin inşa sürecinde önemli arterlere bağlanan trafik akışlarının nasıl düzenleneceğine dair bir fizibilite çalışması yapılmış mı sorusu da aklımıza geliyor ister istemez.

Oysa ki son 20 senedir dünya üzerindeki bütün mimarlar ve şehirciler, büyük metropollerdeki kent yoğunluğu problemleriyle uğraşırken şehrin 3. boyuttaki yaşam kalitesi ve iletişim sürekliliğinden, zemini ve kent peyzajını çalışmanın öneminden bahsediyorlar. Bu yaklaşıma ek olarak, ikinci önemli bir konu ise, yol otoban vs gibi altyapının şehir yaşantısına katılabilen ya da net bir terim ile “habitable” kent parçaları olması için gösterilen gayrettir. Bu çabaların amacı kuşkusuz nitelikli bir şehir yaşantısı kalitesi ve rant çatışmasına neden olan şehir içi yoğunluk problemine cevap verebilmek. Ancak ne yazık ki, şu an elimizdeki tek veri olan ve sağda solda sıkça rastladığımız düzenlemeye dair yapılmış animasyonda gördüğümüz kadarıyla, Taksim için hazırlanan projede bahsi geçen kaygıların tam tersi bir anlayışla hareket edilmekte.

Projeye dair başka bir kaygı verici konu ise, bu dev alanın teknik boyutlarıyla gerçekten hayal edildiği gibi yaşanılabilir olup olamayacağı. Alanın, İstanbul’a göre oldukça kuzeyde olan, dünyaca ünlü Kızıl Meydan’dan bile daha büyük bir yüzölçümü var. Oysa ki İstanbul’un iklim şartları göz önünde bulundurulduğunda, yaz aylarında 40°’ye varan İstanbul sıcağında yahut kışın özellikle Taksim civarında yürümemizi bile zorlaştıran rüzgâra karşı nasıl bir önlem düşünüldüğü merak uyandırıyor? Öte yandan, eğer bu boyuttaki bir yüzeyi oluşturmanın amacı bazı yetkililerin ağzından duyduğumuz gibi demokratik toplumların büyük meydanları vardır sözü ise; 2011’de Mısır halkının beklentilerini ifade etmek için kullandığı Tahrir Meydanı ya da Paris’teki ünlü Concorde Meydanı, Taksim Meydanı’nın güncel halinde olduğu gibi, meydan kotunda araç yollarıyla iç içedir. Bu yollar aynı zamanda o meydanın ambulans ve itfaiye müdahaleleri gibi servis ihtiyaçlarına da cevap verir. Kısacası meydan çevresindeki yolları yerin altına almanın ne gibi bir avantaj sağlayacağını anlamak biraz zor.

Ayrıca, Cumhuriyet Anıtı’nın böyle bir düzlem içinde düştüğü durum da fevkalade üzücü, yapılan açıklamalarda bu anıtın yerinde korunacağı söylendi. Ancak göz ucuyla bile bakıldığında, tasarlanan boyuttaki bir yüzeyde konumlanacak anıt, sert zemin yüzeyle ölçek ilişkisi sorgulandığında zaten ezilerek yıkılmaktan beter edilmiş.

Bunun dışında, Topçu Kışlası’nın da yeniden yapılması da oldukça şaşırtıcı bir karar. Birçok meslektaşımın özellikle binanın üslubundan rahatsız olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak, bu binanın üslubundan çok varlığı; güncel şartlarda Taksim ve çevresindeki yaşantı için olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Fonksiyon olarak kültür ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yapacağı söylenen bu bina, tekrar yapılması öngörülen noktadan 70 sene önce kalkmış ve bu alanın gündelik hayatının bir parçası olmaktan çıkmıştır. Özellikle de güncel bellek ve yaşam alışkanlıkları artık “özelleştirilmemiş bir kamusal alan”, semt sakinlerinin “tek yeşil alanı” ve “meydanın boğaza açılan tek penceresi” olan “Taksim Gezi Parkı”nı kabullenmişken. Eğer amaç, kültür ve sanat faaliyetlerini desteklemekse, bu faaliyetleri semtin birçok noktasındaki daha küçük ölçekli hâlihazırda varolan ama kullanılmayan kamuya ait binaları yeniden işlevlendirerek, Taksim ve çevresindeki yaşantının zenginleştirilmesi düşünülemez miydi?

Söz konusu meydan düzenlemesi ile ilgili, üzerinde çok konuşulan diğer bir konu ise bu düzenleme kapsamında inşa edilecek olan Taksim Camii ve Dinler Müzesi. Özelikle 1.500 kişinin ibadeti ve yoğun bir şekilde müze ziyaretçilerini ağırlaması için inşa edilmesi düşünülen bu bina kompleksinin böylesine yoğun bir noktada nasıl gerçekleşebileceğini hayal edebilmek çok zor. Bu kompleksin Taksim Meydanı’nda konumlandırılmasının oldukça önemli teknik gerekliliklerin düşünülmesini beraberinde getireceği aşikâr. Özellikle ibadet saatlerinin giriş ve çıkışları ya da müze ziyaretçilerinin araç transferlerinin getireceği ulaşım yüküne dair önemli bir fizibilite çalışması yapılmış mı hiç kimsenin bilgisi yok?

Sonuç olarak ortadaki manzara, öngörülen düzenlemenin kamuoyu ile paylaşılmadan, hiçbir üst ölçek parametresi ve süreç yönetimi sorgulanmadan tasarım açısından da titizlikten yoksun bir şekilde hazırlanmış olduğunu düşündürüyor. Ancak ülke ekonomisinin %15’ini oluşturan inşaat sektöründeki dinamizmi korumak için sunulduğunu düşündüren bu ve bunun gibi projeler, gerçekleştirilir mi bilmiyorum ama şimdiden birçok yatırımcının dikkatini çektiğinden hiç şüphem yok. Günümüzün ekonomik yapısı düşünüldüğünde bu tavır kapitalizmin ihtiyaçlarından  biri değil midir zaten?

Peki, bu proje ekonomik anlamda olduğu kadar yaşam kalitesi anlamında şu andan itibaren faydalı bir hale nasıl getirilebilir? Öncelikle bu sürecin bir uzlaşma sureci olduğunu unutmamak gerekiyor. Açık söylemek gerekirse de projenin yetkililer tarafından uygulanmasına kesin gözüyle bakılan bitmiş bir proje olarak sunulmadığını umuyorum. Çünkü böyle bir proje gündeme geldiği zaman kent kullanıcılarının bilinçlendirilmesi, kamu tarafından yoğun takip edilen medya organlarının bu konuya eğilmelerini sağlamak biz meslek adamlarına düşen en büyük görevlerden biridir. Unutmamalıyız ki meslek odalarımız ve kendi mesleki platformlarımızda bu konuyu kendi aramızda paylaşmak elbette önemlidir, ancak içinde bulunduğumuz çağın süreç yönetimi anlayışı için yeterli değildir. Çağımız sadece meydanlara dökülmek, ya da kendi çalıp, kendi söyleyen entelektüellerin çağı değildir. Bu durumda da sürece yapılabilecek en akıllıca katkı, en kısa zamanda hazırlanacak raporlar ve anketlerle gündemdeki projeyi yapıcı bir noktaya taşımanın yollarını aramak ve bunu kamuoyuyla paylaşmayı kolaylaştıracak iletişim profesyonellerinin desteğini almaktır.

Fritz Lang’ın yönettiği geleceğin şehirlerinin tasvir edildiği Metropolis (1927) filmi:

Etiketler

Bir yanıt yazın