Toplumcu bir Alman Mimarı: Bruno Taut

Mimarlığı toplumsal gereksinimlere yönelik sanat olarak gören bir mimar...

Bruno Taut (1880 Königsberg, 24 Aralık / 1938 İstanbul). Naziler yönetime gelinceye dek çağdaş mimarlığa yol açıcı yapılar, yapıtlar gerçekleştirmiştir ülkesinde. Magdeburg kentinin baş mimarlığını yapar. Toplu konutun ilginç örneklerini verir.

Türkiye’ye ilk kez 1916’da gelir. İstanbul’da yapılacak Türk-Alman Dostluk Evi yarışmasına çağrılmıştır. Yarışmanın koşulu gereği, yapılacak yapının yerini görecektir.

Ülkesinde Naziler yönetime gelince, içtenlikle inanmış bir sosyalist olan Taut, “soluk alamaz” duruma düşer. O yıl (1933) Japon Mimarlar Birliğinin çağrısıyla, Moskova üzerinden Japonya’ya gider. Çok etkilendiği bu ülkede 3 yıl kalır.

1936 da Türkiye’ den aldığı çağrıya uyar.

Burada Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde öğretim görevi üstlenir. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığında danışman olur. Birbirinden başarılı okul yapıları yapar:

Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (1936-38)
Atatürk Lisesi (1937-38)
Trabzon Lisesi (1937-38)
İzmir Cumhuriyet Kız Enstitüsü (1938).

Ayrıca,
İstanbul’da kendi evi (1938)
Atatürk’ün katafalkı (1938).

Taut’un bir çok önemli yayını vardır. Bizi ilgilendiren, Devlet Güzel Sanatlar Akademisince yayınlanan “Mimarlık Bilgisi” yapıtı 1938 de yayınlanır. Bu, Türkiye’de mimarlık üzerine yayınlanmış ilk deneme betiğidir. Benim de okuduğum ilk mimarlık yapıtıdır. Bu güne bile önemli iletileri vardır.

Kısacası yazdıklarıyla, yaptıklarıyla bir sosyalisttir.

Bruno Taut, “Mimarlık Bilgisi” yapıtının daha başında, “kostüm” giydirilen yapılardan, onlara bunları biçem (üslup) adına giydiren mimarlardan söz ediyordu. Bu günden mi söz ediyor diye düşünebilirsiniz. Hayır, daha 1938’de yazıyor bunları… Oysa bugün yapıları “maskeli balo” ya gidecekmiş gibi giydiriyorlar. Boya ile mimarlık yaptıklarını sanıyorlar.

“Mimarlık Bilgisi” mimarlık eğitimimin başında okuduğum ilk mimarlık betiğiydi.

Soruyordu Taut, mimarlıkta giysi ile biçeme (Üslup’a) ulaşılabilir miydi?

O mimarlığın, teknik- konstrüksiyon- işlev (fonksiyon) üçlüsüne dayandığını söyleyip, bütün bunları becerseniz bile sonucun mimarlık olmayabileceğini savunuyordu. Bunları mühendis de becerebilirdi. Eğer mimarlık bir sanat ise, böyle yavan kavramlara dayandırılması olanaklı olmamalıydı.

Şöyle yazıyordu:

“Mimarinin tekniğe, konstrüksiyona, veya fonksiyona bağlı bulunacak kadar bu üçbirliğe dayandığı hiçde kabul edilemez.”

Ekliyordu sonra,

“Gerçi normal surette bunların yardımile bir ev meydana gelirse de yalnız bu üç unsura istinad eden bir evin mutlaka bir mimari eseri olması icab etmez.”

Epey ilerdeki sayfalarda bu konuyu sürdürüyor:

“Teknik, konstrüksiyon ve fonksiyonu bir binada birbirile en güzel surette imtizaç (uyuşturmak) ettirmek mümkün bir şeydir ve bu hiç şüphe götürmez. Bu imtizaç ve ahenk güzel ise, artık hem teknik, hem konstrüksiyon ve de hem fonksiyon unutulur; artık mimari vardır, artık sanat vardır ve bu diğer iptidai şeylerden üstündür. O kadar üstündür ki onlara hükmetmesi ve onları sevk ve idare etmesi hakikaten mümkündür.”

Bruno Taut, gene “Mimarlık Bilgisi” yapıtında diyordu ki,

“…….insanlarda göz, kulak, burun ve saire dediğimiz duygu uzuvlarından başka hususi bir uzuv daha vardır ve bu uzuv kütlelerin ve nisbetlerin intizamına karşı uyanıktır, hem aktif  yani harekete gelip izleyici, yaratıcı olarak uyanıktır. İşte buudlar, ölçüler ve taksimat karşısında duygulu bulunmamıza yarayan bu hususi uzuv sayesindedir ki bir yerin, bir odanın, bir salonun zeminini, duvarlarını ve tavanını hep birden ve birlik halinde kavrayabiliyoruz. Bu kavradığımız şeye Alman nazariyecileri mücerret (soyut) bir mefhum (kavram) olarak “Raum” yani “mahal” yahut “hacim” ismini vermişlerdir. Fakat bu kelime mücerret  bir mahal yani boşlukta nazari bir hacim mefhumunu kasdeder, bir tecerrüt (soyutlama) tazammum (içermek) eder. Bu sebeple daima riyazicilerin düşünüşüne uyan bir tarifdir. Sanatçılara asla uygun gelemez. Sanatkarı alakadar eden mücerred şeyler olmayıp müşahhas (somut) olan, yani duygularımızla anlamaklığımız kabil bulunan şekildir. “Raum” yani mefhum hacim, sanatkar için mahiyetsiz bir hiçliktir. Biz sanatkarları alakadar eden şey bir odanın veya salonun mücerret bir hacim oluşu değildir. Biz, o oda veya salon ile ancak, onun içine bürünmüş olduğu şeylerin, duvarlarının, tavanının ve zemininin, birbirleriyle iyi bir tenasüb halinde bulunduğunu gördüğümüz zaman alakadar oluruz.”

Bana göre Taut, Raum’u anlatırken, mimarlığın en önemli özelliğinin, dışarıdan algıladığımız iki boyutlu yüzeyler, “cephe” ler değil, bizi içine alan üç boyutlu oylum olduğunu söylüyor.
Kendi yarattığı işlerin en önemli özellikleri de budur. Buna sizi daha yapının dışından hazırlar. Dil Tarih Coğrafya Fakültesine dışarıdan yaklaşırken, yapının cephesindeki çizgilerin yerdeki kaplamanın çizgilerinde de sürdüğünü algılarsınız. Düşeyde, hem de yatayda süren bu çizgiler sizi bir oylumun içine alırlar.

Bu kimilerine ters gelebilir. Oysa benim için ilk yıllardan beri uyarıcı oldu. Mimarlık elbette iki boyutla anlatılamaz bir olguydu.

Mimarlığın üç boyutlu yaratış olduğunu hiç unutmadım.
Bu gün, özellikle bilgisunar (internet) iki boyutlu gösterimle, mimara yarattığını göstermekte yetersiz kalıyor. Onun için bir çokları gibi ben de maketle çalışmayı yeğledim hep. Gider defterlerinden anladığımız gibi, Mimar Sinan da maketle çalışmış.

Bruno Taut’un inanışına göre mimarı mimar yapan ilk şey oran (proporsiyon) dır. “Teknik, konstrüksiyon, fonksiyon ise ancak proporsiyon sayesinde mimarinin birer sanat vasıtası haline geliyorlar.”

“Pro-portio latincedir. Gerçek anlamı da ‘bir şey için taksim’ dir.”
“Ne için?” diye soruyor Bruno Taut.
Sonra da yanıtlıyor:
“En iyi tasiri yapmak için.”
Bu söz İngilizce’de, Almanca’da, Fransızca’da da ayni zamanda ‘ölçülülük’ anlamında kullanılırmış.

“Mimaride ise bittabi güzel bir taksimat, ölçülerin imtizacı ve ahengi, yani ölçülülük manalarında kullanmak lazımdır.”
diyor Bruno Taut.

Aslında gene onun söylediği gibi, felsefe yapıp tüm yaşamda kullanılmasını bir yana bırakarak biz, mimarlığın somut ölçülerinde anlamalıyız bu sözcüğü.

Onun bir sözünü daha aktarmak istiyorum. Şöyle diyor:

“Bir proje ve inşaattaki her şey pratik ve teknik bakımdan gayet mükemmel olabilir. Harici görüş itibarile de pek iyi bulunabilir. Yani pek tenkidkar olmayanlar için kafidir. Fakat mimariyi bir proporsiyon sanatı olarak görenler için, onu insandaki pek hassas bir duyguyu tatmin etmekle mükellef telakki edenler, onu pek yüksek bir san’at, musiki, şiir ve bütün diğer san’atlar kadar yüksek bir san’at sayanlar için kafi değildir. Salim ve iyi bir eseri böyle bir san’at haline yükseltmek için ona bir şey daha ilave etmek icab eder.Bu şey tarifi güç bir şey olup ancak hissin tekasüf ve temerküz ettirilebilmesiyle meydana getirilebilir.”

Sonra gene ekliyor Bruno Taut:

“……mimardan binanın alelade sadeliğinden çok daha fazla şeyler beklenir. Yeni yapılacak binanın sade kullanılmaya yarar olmasını değil ayni zamanda daha iyi, daha güzel bir hayata imkan vermesini, isterler.”

Mimarın, feldefe yapmağa kalkışmadan, kendi alanı üzerinde düşünmesine  Bruno Taut’dan bir –iki örnek vermek istedim. Belki, kimileri, anamalcılığın aldatmalarından kendilerini kurtarabilirler. Kendilerini, işlerini pazarlamayı bırakabilirler. Kendilerine, işlerine saygıyı yeniden kazanabilirler.

Bruno Taut yalnız yazdıklarıyla değil, yaptıklarıyla da diyor ki,

“Okuyun, görün, tartışın…Başkalarından önce kendinizle…”

Son olarak kimilerinin mimarlıktan bile saymayacağı, onurlu bir işinden söz etmek istiyorum: Mustafa Kemal Atatürk’ün katafalkından…

Önünden saygı geçişi yapılması için, Büyük Millet Meclisinin önünde bir tak kurulması istenir. Bunu tasarlaması için Bruno Taut’a  baş vurulur. “Bu benim için onurdur.” diyerek kabul eder.

Yalın, alçak gönüllü, Mustafa Kemal’e yakışan, ülkenin koşulları içinde bir çözümdür katafalk. Yalnız mimarların değil, Mustafa Kemal’in yanında “hiç” sayılacak kişilerin de ders almaları gereken bir yapıt…

Bu yapıtla Bruno Taut da yıllar öncesinden seslenir gibidir:

ÖLÇÜLÜLÜK, ÖLÇÜLÜLÜK, BİR DAHA ÖLÇÜLÜLÜK…

Etiketler

Bir yanıt yazın