Mimarlıkta Yıkmak, Yok Etmek: Kalaylamak, Cilalamak Üzerine

Eskimeye tahammülü olmayan sanki hep gıcır gıcır olmak isteyen mimarlık o yüzü ile kalaylanmış tasın yüzüne benziyordu.

Türkiye’ye her geldiğimde sanki iki yaşamım oluyor. Bir yanda hala o muhteşem gün batışlarıyla, güzelim mavi deniziyle, her mevsimde şekilden şekile giren farklı rüzgarlarıyla, sağa sola savrulan sağnaklarıyla, üzerinde hiç eksik olmayan balıkçıları, uzaktan limanda sırasını bekleyen gemileriyle Gemlik ve özellikle de son yıllarda hasta olan yaşlı annem, yakın akraba ve oradaki eski dostlarla birlikte her gittiğimde sanki bambaşka bir zaman tüneline girdiğim bir hayat. Diğer yanda da her yanımızı saran mimarlık ve ona özgü bir yaşam var. Bu ikisini nasıl biribirinden ayırabiliriz ki? 

İşte şimdi bu mimarlığın tam orta yerinden bu defa hem de Çanakkale gibi bizim tarihimizin büyülü ve çok sembolik bir değeri olan bir yerinden geliyorduk. Benim de jürisinde olduğum yeni Şehitlik tasarımları ile ilgili yarışmanın ilk aşaması bitmişti. On ekibi ikinci tur için seçtik. Her yarışmada olduğu gibi, jüride ne anlar olmuştu. O kadar deneyimli hatta bazıları diğerlerinden çok daha genç olan yarışmacılar arasında yine o sohbetlerin arasında nasıl da öğrenmiştik. Ve her şey ödüller için tekrar toplanana dek bitti. Çanakkaleden Marmara denizi etrafında saatin ters yönünde arabayla jüriden arkadaşlarla İstanbul’a dönüş yolundaydık. İlk tünelden çıkmış oralardaki ikinci hayatıma doğru gidiyordum. Körfezi güneyden doğuya ve kuzeye doğru katettik. Gözümüz yolda ama hep birlikte eminim aklımız ve sohbetlerimiz hala Çanakkale’deydik. Gece yarısına varmadan beni Gemlik’e bıraktılar. Ve bu defa oradaki dünyanın ritmi içindeydim. Birkaç gün sonra ise bambaşka bir gün başlamıştı. 

*** 

Nefes nefese dükkana girdim. Bizim hamam tası sonunda yerini bulmuştu. Ne böyle bir kalaycı gördüm ne de duydum. Mekan özenle hazırlanmış, adeta ziyaretçilerini bekleyen bir sergi salonuna benziyordu. Oradakilerin meraklı bakışları arasında, gazete kağıdına sarılmış taa Helsinkiden buralara benimle yolculuk yapan küçük bakır tas elimde bir süre ister istemez etrafa baktım. Şaşkınlığım geçtikten sonra ilk aklıma gelen “Burası içindekilerle hatta çalışanlarıyla olduğu gibi bir sanat galerisine taşınsa ne müthiş olurdu.” oldu. Yaşadığım kuzeyde vakit buldukça ziyaret ettiğim Steven Holl’un ünlü çağdaş sanatlar merkezi Kiasma’sında, hele Finlilerin kim bilir ne de ilgisini çekerdi. 

Kapı yoktu. Dükkan yukarı doğru kademelenmişti. Bir yüzü caddeye tümden açık kepenkler yukarı toplanmış, dışarıdan görülen bütün cephe sabah açılan akşam kapanan hem dev bir kapı hem de dev bir pencereydi. İstediğinde sanki kendi perdelerini çekiyordu. İçeride loş bir atmosfer vardı. Hatta hafifçe karanlıktı. Daha aşağıdan, önündeki kaldırım ve vızır vızır işleyen yolun karşı tarafından bile ilk bakışta hissedilen, sanki etrafa bakarken ister istemez sizi yukarıdaki sergilenenlere bakmaya davet eden, adım adım çıkılan oldukça ilgi çekici ve merak uyandırıcı bir mekandı. Duvarlardaki ve kademelendirmelerde tepsiden çaydanlığa, tencereden tavaya, şekerlikten hamam taşına akla gelecek her türden kaplar, üzerlerindeki pırıldayan kalay renkleriyle içerideki atmosfere kontrast bir hava oluşturmuştu. Her yer, duvarlar, kademeler aşağıdan yukarı kap kaçak doluydu. Müşterisini bekleyen her bir obje özenle bu doğal sergideki yerini bulmuştu. 

Mimarlık öncesi gençlik yıllarımının hatta çocukluğumun geçtiği o unutulmaz, o efsanevi hikayelerini dinlediğim Rumlardan kalma eski evin mutfakları, duvarlara asılan, dolaplara konulan yemeklerin yendiği kalaylı kaplar gözümün önüne geldi. Ve bir film şeridi gibi geçen yılları, biz çok küçükken bazen arka bahçeye gelen kalaycının ateş etrafındaki gizemli seromonisini, bütün oyunları bir kenara bırakıp onu seyretmemizi ve performansının sonunda pırıl pırıl parlayan kap kaçağın adeta yenilenerek tekrar mutfakta yerlerine taşınmasını daha sonra bu ara ara kalayla cilalanan kap kaçağın, dev tepsi bakırların yerini aliminyumların, çelik ve teflon olanlarının alışı ve kalaycının sessizce sahneden çekilişini, hatta çaresiz bir şekilde yok oluşunu hatırladım. Aynen bugün artık yok olan sadece resimlerde gördüğümüz, sırtlarında taşıdıkları tekerlekli, kayışlı seyyar bıçak bileyçileri; yine omuzlarında dev bir oka benzer enstrümanları ile sanki mitolojik savaş kahramanlarımız olan ve yaşam odasının bir köşesinde diğer çocuklarla nefes almadan seyrettiğimiz yataklarımızın, yorganlarımızın pamuklarını kabartan, ipe parmaklarıyla ritmik vurarak adeta kendi melodilerini improvize yaratan hallaçlar; beyaz elbiseleriyle, bağırmalarıyla ünlü çocukların sevgilisi seyyar şekerciler, dondurmacılar, serbetçiler ve yine bütün bunlar gibi artık nesli neredeyse tamamen tükenen seyyar bozacılar, sahlepçiler, kağıt helvacılar ve omuzlarındaki el değmelerinden koyulaşan kalın değneğin iki yanında tepsileri sarkan yoğurtçular gibi. İşte şimdi tam içinde olduğum bu mekan böyle sembolik bir mekandı. Belki de biraz önce bütün saydıklarımı temsil ediyordu. Hepsi sanki biribirinden habersiz bu mekanda toplanmıştı. Burada karşılaştığım meçhul kalaycı ise her yanı ile sanki küllerinden tekrar doğmuş, tekrar o efsanevi sahnesine dönmüştü. Yıllar geri gelmiş, hikayeleriyle tasla hamam biribirini bulmuş, kelimenin tam anlamı ile eski tas eski hamam olmuştu. 

Kalaycıda çalışan üç kişi vardı. Birisi girişin en sağında, en alt platformda sandalyesinde oturuyordu. İşim acele olduğu için hızla en yukarıda silüetini gördüğüm kıvırcık saçlı, esmer 25 ya da 30 yaşlarındakine doğru yöneldim. Mekana sırtı dönüktü, yukarıdaki hafif karaltı haliyle tam eksende bir şef gibi gözüküyordu ama esas şefin o olmadığını çok geçmeden anladım. Şef bu gencin sol yanındaki aralıktan geçilen en yukarıda olan, aşağıdan gözükmeyen ocak başındaki ustaydı. Oradaki temizlenen kapları kalaylayarak adeta bir anlamda cilalayan kan ter içindeki kızgın ateşin başında adeta gizemli seremoninin finalini yapan kişiydi. Elimden kabı alan ustanın çırağı temizleyici ile zaman üzerine birkaç dakikalık bir sohbet yaşadım. O yarın gel, öğleden sonra gel, yok olmaz öyleydi böyleydi derken, içeriden sesi gelen şefin uyarısıyla sırada bir çok kap olmasına karşın bizim hamam tası tezgaha girdi. Herşey aniden hızlandı. Ellerinde sapsarı eldivenler temizleyici önce küçük mıcır taşlarla asitli suyla dolu bir yerde olanca gücüyle tası ovalayıp yandaki yine özel  suda temizleme işlemini birkaç kere aynen yineledi. Etrafında diğer kaplar da vardı. Süreci cep telefonuyla spontane olarak aldığım imajlarla takip ederken bizim bakır tas daha kalaylanmadan neredeyse tertemiz olmuştu. O eski hali uçup gitmişti. Kap ne hale geldi gibilerinden düşünürken bir daha bir daha  temizlenmelerle bu aşama sürdü gitti. İşte çok geçmeden büyük final, beklenen an gelmişti. Küçük hamam tası taş ocağın başındaki şefin ellerindeydi. Şef tası kontrol etti. Özenle sildi ve parça parça kalayla dolu bir kaptan biraz alarak özel benziyle içinde ve dışında dolaştırdı. Ateşe tuttu. Kızıl ateş kapla ve kalayla bütünleşti. Hamam tasını uzun metal bir çubukla sıkı sıkı tutuyordu. Neredeyse göz hizasında kaba inanılmaz bir dikkatle bakıyordu. İşlemi tekrarladı, yine tekrarladı. Her tekrarladığında tas adeta daha da yenileniyor, pırıl pırıl oluyordu. Sonunda kalaylanmış kızgın kabı suya attı ve demir çubuğu ile oradan alarak önümdeki yükseltinin üzerine bıraktı. “Sadece sabunla yıkamak yeterli” dedi. Tek kelime etmediği kalaylama anları bitince sohbete başladık.  

Tasın kalaylanması için on lira ödedim ve beni arabasıyla bu kalaycıya bırakan ve herşey bittiğinde karşıdan alacak ağabeyimi bekmeye giderken alelacele yukarıdakilere teşekkür ettim. Aşağı inerken tekrar etrafa baktım. Sol tarafta tam girişin uzak kenarında duvara yakın sandalyesinde oturan yaşlı amcayla göz göze geldik. En aşağı inmiştim. Yaşlı amcanın önündeki tezgahta olan kaplara eğilerek bakarken onu dinlemeye başladım. Yukarıdakileri onlara bakmadan işaret ederken ben bunların babasıyım dedi. Dükkanın da sahibi olduğunu anladım. Hayat hikayesini, evliliklerini, son hanımını, onu kaybedişini, 84 yaşın verdiği deneyimle nasıl da birkaç dakikada anlattı. Önündeki tepsiden bir çok kulplu kapdan birisini elime almıştım. Altına bakıyordum. Beğendiğimi hissetti ve elimden alıp bir poşete koydu ve bana uzattı. Ne kadar olduğunu sormama bile zaman kalmamıştı. Bana hediye etmek istiyordu. Kısa bir şaşkınlık geçirirken gözüm ister istemez yukarıdakilere çevrildi. Arkası dönük işini yapan temizleyici olan durumu anlamış, hafifçe geri dönmüş ve aşağı bakıyordu. Yaşlı amcanın bu jesti çok sevmeme rağmen almak istemedim ve her nedense ortada kaldım. Sonra gelir alırım dedim ve daha gelmemiş olan ağabeyimin arabasını beklemek üzere yolun karşısına geçtim. Şimdi yeniden yolun karşısındaki kalaycıya bakıyordum. 

Şimdi karşımda başka bir hikaye vardı. Kalaycının dükkanı bir tepenin altındaki yokuşta iki geleneksel evin arasındaydı. Aniden bir çaycı ve bir genç kız sahneye girdi o trafikte. Çaycı elindeki çay tepsisi yolun bir yanından diğerine kim bilir kaç defa gelip gidiyordu. Bu trafikte çaycının yaptığı bu mekik dokuma işi riskli bir işti. “Ne hayat.” dedim. “Bir yönetmen olsaydım herşey bu çaycının şu anlarıyla başlardı.” diye düşündüm. O gürültüde uzaktan bir kaç fotoğraf aldım. Kalaycıyla arama giren yol ayrı bir alemdi. Vızır vızır arabalar geçip giderken, fotoğraflar, çaycı derken yaşlı kalaycının ikramını da unutmuştum. Ağabeyim geldiğinde hızla ön kapıyı açtı ve hızla yerime oturdum. Sağ tarafa bakınca, durağın arkasındaki yerde, amca karşıya geçip bana yaklaşmış, elindeki poşetin içindeki kap ile bana bakıyor, uzaktan hala onu bana uzatıyordu. Ağabeyim yola koyulmuştu bile. Duramadık ve o güzelim hediyeyi alamadım. Amcaya sonra döneceğim gibilerinden hareketler yaparak uzaktan biraz da üzülerek selamladım. 

Yanımda taa Helsinkilerden getirdiğim eski ama biraz önce kaylanmış bambaşka haliyle imajı tamamen değişmiş yepyeni bir tas, ağabeyimle sohbet ede ede yerinde şimdi yeller esen ne unutulmaz maçlarına gittiğimiz Bursaspor’un şimdi yol kenarındaki yeni yerinde yapılmış bizim Gemlikli mimar Hasan’ın tasarladığı yeşil beyazlı futbol takımın sembolü timsaha dönüşen stadının yanından geçtik gittik. Her yer yeşil beyaz olan timsahın ağzı neredeyse sonuna kadar açık tamamlanmayı bekliyordu. Yanıbaşımızdaki Uludağ bizi takip ediyor, bugün artık yok edilen o güzelim ahşap evlerin yerine yükselen binalar, TOKİ gökdelenleri herşeye, tarihe, geçmişe, geleneğe meydan okuyordu. 

Tasdan sonra şimdi arabasına nikelaj bulma telaşında olan ağabeyim o zamana dek hiç bilmediğim daha başka yerlere de arabayla dalıp çıkmaya başlamıştı. Jantcılar, araba tekerlekleri satan dükkanlar, oradaki inanılmaz atmosfer, oltalar, ağlar, boyalar arasında her biri yine sanat eseri katagorisine sokulabilecek mekanlarda, camekanlardaki her türden çeşit objenin, yazıların ve atmosfer arasında gittik geldik. O inmiş, dükkanlardan birine girmişti bile. Bu gürültünün ortasında sağ tarafımdaki oltacının vitrininde dikkati çeken bir kağıda gözüm takıldı. “Taze solucan gelmiştir” yazısı bu gürültü içinde orayı özetliyordu. Sonunda ağabeyim alacağını almış arabayla yeniden seyrederken ana yolda birkaç kişi sanki trafikte hiç o yoğunluk yokmuş gibi ağır ağır hareket ediyor ve ana yolda refüjler arasında aşırı büyüyen bitkileri buduyordu. Etrafta onlardan başka hiç kimse yokmuş gibi yavaş yavaş, dura kalka gidiyorlardı. En öndeki sarı belediye arabasının arkasından iple biribirine bağlanmış onlarla birlikte hareket eden trafik konileri ile bambaşka hikayelerin iç içe girdiği bir dünyada günü kapalı çarşıya yakın bir köşe başındaki, oraların bilinen bir pide köfte dükkanında bizi bekleyen diğer akrabalarla, oraların aksesuarlarına uygun bir mekanda noktaladık. 

Artık Gemlik’e dönüş yolundaydık. Koltuğun yanında duran yeni görünüşüyle günün kahramanı olan kalaylanmış küçük hamam tası tekrar gözüm çarptı. Elime alıp, özenle açtım. Pırıl pırıldı. Yepyeni olmuştu ama izleri, tarihi, yaşadıkları yok olup gitmişti. Cilalanmıştı. Birşeyler kazanmış ama çok şeyler de kaybetmişti. O kaybettikleri artık hiç bir zaman geri gelmeyecekti. Yıllarca kimbilir kimlerin el tutması ile bambaşka hale gelen yüzeyinin koyu ama çok derinlerde tonlamalarıyla o bakır hali gözümde canlandı. “Ahh niye bir resmini almadım.” derken birdenbire her yanımızı saran binalar hep cilalı bir mantıkla tasarlanan mekanlar, cepheler, aksesuarlar ve mimarlık sıraya girdi. Orada bir kez daha farkettim. Eskimeye tahammülü olmayan mimarlığın o yüzü ile kalaylanmış tasın yüzü birine benziyordu. Bu kalaycının her iki yanındaki Osman ve Orhan Gazi türbelerinin olduğu tepenin altındaki yolda kimbilir kimlerden hangi yıllardan kalma ahşap geleneksel Bursa evleri de neredeyse bizim hamam tası gibi cilalanmıştı. Ne oradaki hayatlar ne orada oturanlar kalmıştı. İşte yepyeni bir zaman diliminde yepyeni, hatta bambaşka rollerle kalaycıya yaslanmış bambaşka bir yaşamın içindeydiler. 

Bu düşüncelerle, ağabeyimin arabası hızla seyrederken konuşmalar arasında sahne yine değişiyordu. Birden bire kalaycı yine görüntüye geldi. Ama bu defa sanki orası mimarlığın bir mağarası, bir workshop mekanı olmuştu. Kapıdaki daha önce bir yerlerden hatırladığım kimdi, daha doğrusu kapıyı tutan kimdi. Hani yıllar önce Oxford mimarlık okulunun okul başkanı o azametli haliyle AA’lı Criss Cross’a hiç benzemese de herşeyin sorulduğu, her şeye karar veren bir mimarlık bölümü başkanı gibi olmalıydı. İşte projeler, maketler kaplarla yer değiştirdi ve yer gök proje doldu, geçenlerde “Taş Konferansı”nda gittiğimiz İzmir Mimarlar odasının anfi tiyatrosuna benzer, forumların, ateşli toplantıların yapıldığı bir yer oldu. Ama ortalık hala sessizdi. Öğrenciler ortada yoktu işlerini yapmış, bırakıp gitmişlerdi. Ya kıvırcık saçlı olan o kimdi. Ateşin başındaki o usta profösörün asistanı olmalıydı. Okulun başkanı sahibi herşeyi seksendört yaşındaki amca elinde hala bana vermek istediği kalaylanmış şekerlikle her üçü de şimdi bana bakıyor hınzırca gülümsüyorlardı. Birden bu anfi tiyatro içindeki maketler binalara ve bu mekanda bir kente dönüştü. Mimarlık da kalaylamanın, cilalı olma halinin, pürüssüzlüğün, pırıl pırıl parlama ve parlatmanın bir aktörü oldu. Ve artık mimarlık kalaycı ile karşı karşıyaydı. 

Bu gürültü arasında çocukluğumdan beri hatırladığım Gemlik’e yaklaşırken, Engürü rampasını çıkarken tam boğazda Orhan Veli’nin efsanevi “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma.” yazısını hatırladım. Ne tabela ne de yazı kalmıştı. Ya da ben o gürültüde göremedim, görmek istemedim. Körfeze yukarıdan baktık. Ne Gemlik ve ne de Mimarlık kalmıştı artık. Anadolunun birçok yerinde olduğu gibi o da on beş bin oturanın olduğu şimdi ise yüz elli binden fazla oturana ulaşan, sanki cinnet halindeki bir yükselme durumundaki apartmanlarıyla paraya, ranta, çarpık kentleşmeye esir olmuş hatta üzerindekilerle yok olmuştu. Benim bu müthiş sahil kasabasındaki dedemlerle büyüklerimle yaşadığım eski bir Rum evinden, büyüklerimden elimde kalan küçük hamam tasıyla… Ama artık o da yoktu cilalı, kalaylı haliyle bambaşka bir şey olmuştu. Keşke eski haliyle kalsaydı aynen o mütevazi ahşap evleriyle kültürleri bir arada yaşatan Gemlik gibi dedim, ama iş işten geçmişti… 

O günün finali ise aynen şöyle bitti. Akşam üstü birşeyler almak için tekrar dışarı çıktım. Yine sanki çoğu zaman olduğu gibi zaman tünelinin içine yürüyordum. Sanki yanımdan geçen bütün Gemlikliler çok eskilerden tanıdıklarımdı. Yıllar öncesine gidip gelip gidiyordum. Ne Kafoğlu’nun uzun bacalı sabun fabrikası, ne Tibel Oteli, ne İskele Meydanı’ndaki Liman lokantası, ne Çarşı Camiisi ve dere boyunun o eski hali, ne köşedeki Batum Oteli kalmıştı. Genişliği hala aynı ama yüksekliği çok farklı İstiklal caddesi artık bir dehlize dönüşmüştü. 

 

Gemlik’in bir ucundaydım. Kordondan eve geri dönerken gün batıyordu. Çoğu zaman olduğu gibi yine inanılamazdı. Çocukken ne maçlar yaptığımız artık yerinde olmayan top sahasına yakın derenin döküldüğü yerde durmuşum. Sonra farkettim. Herşeye arkamı dönmüşüm. Arkada kalan bütün Gemlik yok olmuştu. Sararan, kırmızılaşan hareler arasında ufukta bir kızıllık vardı. Birkaç balıkçı bu görüntüye girip çıkıyorlardı. Belki de tek ama tek değişmeyecek şölen, bize kalan tek miras da sadece ve sadece buydu… Ne hamam tası, ne o yaşamların geçtiği bir kısmına benim de ailemle birlikte çocukken katıldığım o güzelim Rum evi, ne o geleneksel evler, ne de orada yaşayanlar vardı. O Gemlik para adına, yıkıp yeniden yapma adına, zengin olma adına, bugünde birçok yerde yapıldığı gibi adım adım, yavaş yavaş yok edilmişti.  O eski fotoğraflarda kalanları hiç hatırlamak istemedim. Arkamda yer gök dağlara doğru bina doluydu ve hızla diğerleri de bir sel gibi geliyordu. Özetle mimarlık adına adeta taş taş üzerine bırakmamıştık. Yok etmiştik.

Etiketler

5 yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Yazı çok güzel ama çok hüzünlü
    Çok doğru ama bir o kadar da üzücü…

    Ama gerçek…

    Gerçek bir yazı.

  • azmi-acikdil says:

    https://goo.gl/WYkKB1

    Eminönün’de hanlar yıkılıyor.

    Orta yeri yumru kenarları yamru yumru olmuş tası ben ve benim gibiler tanırken o da beni tanıdı. Bakırın her tonu yeşil sarı kahve renklerin alacasında orta yerinde ki yumrusundan bakıyordu. Ne kadar kalaylansa parlasa gümüş gibi olsa da döneceği bu alacalardı. Aslı nesli faslı değişmeyen hamam tası.
    Ama yıkılanlar?

  • huseyin-yanar says:

    Bu net yorum için çok teşekkür sevgili ATK. Gerçekten çok hüzünlü ve çok açıklı bir hikayedir Gemlik’in yokolması ya da üzerindeki bir çok şeyin neredeyse silinip yeni bir kimliğe doğru yol alması. Keşke buradaki çok kültürlülüğü ve aralarındaki hassas dengeyi koruyabilseydik her açıdan. Ama büyük kentlerde olanlar bundan farklı bir şey değil ki. “Eskimeye tahammülü olmayan sanki hep gıcır gıcır olmak isteyen mimarlık” o yüzü ile çoğu zaman sahnede. Mimarlık kültürü de çoğu zaman bununla yüzleşmek zorunda …

  • huseyin-yanar says:

    Bu keyifli yorum için de çok teşekkür sevgili Azmi Açıkdil. Evet aynen. “Ama yıkılanlar?” … ve yıkılanlarla birikte olan “insan”… oralarda yaşamış olanlar, yaşayanlar… Yıkmak ile yeniden yapmak arasındaki çok hassas denge…

  • azmi-acikdil says:

    https://goo.gl/N2UsdK

    Yanlış link yapıştırmışım. “EMİNÖNÜ HANLARI YIKILIYOR”

Bir yanıt yazın