İstanbul Kent Tarihi Müzesi Etüdleri

“Tarihin başı ve sonu yoktur. Ancak tarih kitapları bir yerden başlar ve biter, ama onların anlattıkları olayların da başı ve sonu yoktur.”

R.G.Collingwood
 An Autobiography, 1939

5 – Bir İstanbul Kent Tarihi Müzesi nasıl kurulur?

Bu yazı, bu sorunun gündemime girmesiyle başlayan ve 2010 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Bina Bilgisi Yüksek Lisans Programı’ndaki öğrenciliğimde, Mimari Proje Atölyesi kapsamında İstanbul Kent Tarihi Müzesi Projesi hazırlamamla sonlanan süreçte yaşadıklarımın, yaptıklarımın ve düşündüklerimin bir özetini sunacaktır. Arkitera.com için kısaltmış olduğum bu raporun geniş versiyonuna buradan erişebilirsiniz.

Bu projeyi yaptığım dönemde çalışma alanım bugünkünden biraz farklıydı. Bugün orada yer alan kuleler henüz inşa edilmemiş, inşa edildikten sonra imar planları ve ruhsatları iptal edilmemiş, haklarında mahkemece yıkım kararı çıkarılmamış, belediye yıkım kararının önünde kalkan olmamıştı.

O zaman, üzerinde “Bir İstanbul Kent Tarihi Müzesi nasıl kurulur?” sorusunun cevabını arayacağım zemini orada bulmuştum.

O zemin şimdi var olmasa da soru her zaman vardır ve başka bir zeminde mutlaka tekrar cevabını arayacaktır.

İki sömestre yayılacak şekilde programladığımız çalışmanın ilk aşamasının geçildiği 1. sömestrdeki danışmanım Prof.Dr.Nevzat Oğuz Özer’e ve son noktasının koyulduğu 2. sömestrdeki danışmanım Doç.Dr.Gülşen Gülmez’e değerli katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.

* 

Sorulardan oluşan bandı, her bir sorunun özüne inerek başa doğru sararsak…

4 – Bir kent tarihi müzesi nasıl kurulur?

3 – Bir kent tarihi nasıl mekanlaştırılır?

2 – Bir tarih anlatımı somut araçlarla nasıl gerçekleştirilir?

1 – Soyut bir kavram somut nesnelerle nasıl ifade edilebilir?

dizgesiyle karşılaşırız.

Beni bu projeyi yapmaya götüren yolun başında bu ilk dört soru ve onlara aranan cevaplar bulunduğu için, bu yazıya da o sorular çerçevesinde ürettiğim düşünceler ve yaptığım çalışmalar ile başlamakta fayda var.

1 – Soyut bir kavram somut nesnelerle nasıl ifade edilebilir?

Soyut-Somut, Kavram-Nesne arasında hem teorik hem pratik düzlemlerde geçiş yapabilmek, bu konuda antrenman yapmayı gerektirir. Her mimarlık öğrencisine tavsiyem, okullarında verilse de verilmese de kendilerini kağıt üzerinde kalem kullanarak soyut-somut geçişlerini yapma konusunda eğitmeleridir. Böylece mimari proje üretme süreci içinde düşüncelerini verimli bir şekilde kağıda aktarma ve minimum kayıpla üst üste koyma becerileri gelişecek ve giderek beyinleriyle elleri arasındaki bağlantının akışkanlığı artacaktır. Bu “etkin eskiz yapma becerisi” demektir ve bu beceri de mimari problemlere doğru çözümleri bulmak için gereklidir. Eğer programlarında bir Mimari Temel Tasarım eğitimi varsa onu önemsemeleri ve orada verilenlerin de ötesini araştırmaları, kendilerine faydalı olacaktır. 

“Mimari, genel olarak donmuş müziktir.”

                                                                  Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling
1775-1854

2 ve 3 – Bir tarih anlatımı somut araçlarla nasıl gerçekleştirilir? / Bir kent tarihi nasıl mekanlaştırılır?

Bu konuda yapmış olduğum denemeler, kişisel yolculuğumda soyut-somut geçişinin mimari proje düzleminde ele alınışı alanında ilk adımları oluşturuyordu.

Burada benim görüşüme göre sonuç üründen, yani oluşacak binadan beklenen, anlattığı hikayeyle bütünleşmesi, kendi kurgusunu anlattığı hikayenin kurgusunun üzerine tam olarak oturtabilmesidir.

Bu yolda kendimi sınama motivasyonuyla, Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölümü Lisans Programında diploma projesinden bir önceki adım olan Mimari Proje 3 atölyesinde, İstanbul tarihinin, yalnızca modernleşme sancılarının yarattığı fiziksel baskılarla örülü son 200 yılının hikayesini anlatacak bir müze projesi yapmak istemiştim.

Burada fikri geliştirmek için seçtiğim yöntem, anlatılacak tarih hikayesini okurken bir yandan eskiz yapmak; amaç da bu eskizler üzerinden bir anlatım kurgusuna ve ona bağlı bir mekansal kurguya ulaşmak idi. Başka bir deyişle, bir tarih anlatımını damıtıp beyindeki elektrik atımlarına indirgeyecek, sonra bunları kağıt üzerindeki eskizlere dönüştürecek, yani tarihin eskizini yapacak, devamında da bu eskizlerden bir bina kurgusuna ulaşacaktım. Bu yolda yapmış olduğum eskizlerden birini bu özet raporda paylaşıyorum. Yöntemin kağıt düzleminden kurtularak üçüncü boyutu da kazanması, maketler ve bilgisayar simülasyonlarıyla birleşerek geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

4 – Bir kent tarihi müzesi nasıl kurulur?

“Olgular, nesneler ve mekanlar bütünü halinde hikayeleştirilmiş ve bundan yola çıkılarak görselleştirilmiş bir kent tarihi” ile bir kent tarihi müzesi, daha geniş anlamıyla bir “kent müzesi” arasında bazı farklar var.

İkincisini gerçekleştirebilmek için elbette ki birinciyle ilgili çalışmayı belli bir olgunluğa getirmiş olmak gerekiyor, fakat aradaki farkı yaratan “bina programı”yla ilgili unsurları da iyi etüt etmek, böyle bir projeyi gerçekleştirme sürecinde hayati önem arz ediyor. Buna yer seçimiyle ilgili soruları ve tüm bunları bir şemsiye gibi kaplayan, İstanbul’un özel ve biricik durumuyla ilgili dikkat edilmesi gerekenleri de eklediğiniz zaman tablo tamamlanmış oluyor.

* 

5 – Bir İstanbul Kent Tarihi Müzesi nasıl kurulur?

Bu yazı çerçevesinde bu sorunun mutlak doğru yanıtını bulma iddiasında bulunmak yerine, Mimar Sinan Üniversitesi Bina Bilgisi Yüksek Lisans Programı’nın mimari proje atölyesinde konuyu nasıl ele aldık, onu anlatmaya çalışacağım.

*

Öyle zannediyorum ki, böyle bir sorunun iki boyutu var:

İstanbul Kent Tarihi Müzesi nasıl kurulur?

İstanbul Kent Tarihi Müzesi nerede kurulur?

“Nerede kurulur?” sorusunu da yine iki boyutta inceleyebiliriz: Ruh Boyutu ve Bağlam Boyutu.

Bu çerçeveyi çizdikten sonra, “Nerede?” sorusunu, kendisine sonra eğilmek üzere kenara bırakıyor ve “Nasıl?” sorusuyla beraber, çalışmaya başlıyoruz.

“Nasıl?” sorusu ile ilgili, Mayıs 1993’te Tarih Vakfı tarafından düzenlenen Toplumsal Tarih Müzesi Kuruluş Sorunları Sempozyumu kapsamında Nezih Eldem ve Doğan Kuban’ın sunduğu bildirilere başvurmanın, problemin ortaya konuluşu açısından iyi bir başlangıç noktası olduğuna inanıyorum.

Bildirilerin tam metinleri Tarih Vakfı tarafından yayınlanan 2001 tarihli “Kent, Toplum, Müze, Deneyimler-Katkılar” adlı kitapta bulunabilir (Mekansal Kurgu ve Müzenin Mesajı-Nezih Eldem, s.124; İstanbul Tarihi Bir Müzeye Nasıl Yansıtılabilir? – Doğan Kuban, s.218)

İlgili bölümlerin tam alıntıları burada yer almaktadır.

Eldem ve Kuban’ın görüşleri “Nasıl?” sorusuyla ilgili yol göstericiler olarak çalışma masamızdaki yerlerini aldılar. “Nasıl?” sorusuna ileride bina programıyla ilgili maddelerin de ekleneceğini şimdiden hatırlatarak Kuban’ın bildirisinin bize düşündürdükleri ve yaptırdıkları ile devam edelim.

Öncelikle, tüm bu araştırma ve çalışmaların, o tarih itibarıyla zihnimde oluşturduğu İstanbul Kent Tarihi Müzesi resmini açıklamak isterim.

Böyle bir müzenin oluşuyla ilgili kafamda öncelikle iki adet prensip vardı.

1 – Yapının tek hacimli olması

Bunun tarih denilen olgunun yapısından kaynaklanan gerekçeleri vardı ve bina bu gerekçeleri bir psikolojik etkiye dönüştürerek ziyaretçi üzerinde kullanacaktı. Bir tarih anlatımı söz konusu olduğu zaman, ister istemez akla kronolojik bir dizi, bir olaylar zinciri geliyor. Fakat, her ne kadar olaylar zamanın yadsınamaz varlığı çerçevesinde, bir zincir halinde gelişiyormuş gibi görünse de gerçekte sayılamayacak kadar çok vektör ile birbirlerine bağlanarak, çok sayıda farklı boyut ve düzlemde birbirlerini etkileyerek, (belki) insan algısının boyutlarını aşan bir ilişkiler ağı içinde var oluyorlar. “Kronoloji” denilen, sadece insanoğlunun tarihi anlaşılabilir ve anlatılabilir kılmak için kullandığı bir araç, zamanın kapsayıcı gücünün arkasına sığınmış bir illüzyon. Dolayısıyla, bu müzenin her ziyaretçisinin, kentin tarihinin başladığı günden bugüne bir bütün olduğu, o tarihi yaratan tüm olay, nesne ve kişilerin tek bir bütünün birbirinden ayrılamaz parçaları olduğu algısını kazanması gerektiği düşüncesindeydim. Tabi ki bu şekilde bir teoriyi sözle söylemek, ardından bu teoriye dayanan bir tasarım prensibini koymak kolay, fakat o prensibin öngördüğü tek hacmin içindeki tarih anlatımını şekillendirmek zordu. Yine de Doğan Kuban’ın tarif ettiği “tarayıcı”yı belli bir noktaya kadar dahi olsa gerçekleştirebilirsek bir yerlere varabilir, en azından anlamlı bir deneme yapmış olabilirdik.

2 – Anlatılan şeyin net olması

Herhangi bir kent veya toplumsal tarih müzesinde pek çok şey sergileyebilir, pek çok bilgi verebilir, pek çok hikaye anlatabilirsiniz. Fakat önemli olan, insanların o müzeden çıktıktan sonra en özlü haliyle akıllarında ne kaldığıdır. Yine Kuban’ın bildirisinde tespit ettiği gibi, İstanbul gibi bir şehirde her yan bilgi ve belgelerle dolu ve aslında, o sıklıkla kullanılan “İstanbul bir açık hava müzesi.” sözü klişeleşmiş gibi görünse de doğru. Dolayısıyla evet, bu müzede insanlara verilecek şeyin, kentin kendisinde göremedikleri şey olması gerektiği gibi; net, anlaşılır ve doğru noktaya parmak basan bir şey olması da gerekiyordu. Bir ziyaretçi bu müzeden çıktıktan sonra “Çok şey gördüm ama hiçbir şey anlamadım.” diyecekse, biz başarısız olmuş olacaktık. Gerekirse sergilenecek nesneleri, gösterilecek belgeleri minimuma çekecek, müze binasını da kenti ve diğer müzeleri gezmeden önce gelinecek bir başlangıç noktasına indirgeyecek, ama bu netliği sağlayacaktık.

Sürecin devamında ise, bir üçüncü prensibin daha ortaya çıkmasıyla resmin ilk çizgileri ortaya çıkmış oluyordu.

3 – Esnek kullanım

Binanın bizi bir noktadan girip bütün hikayeyi baştan sona, kesintisiz dinleyip başka bir noktadan çıkmaya zorlamaması gerekiyordu. Kısa yollar ve kestirmelerle, gerekirse tamamen serbest mekana sahip bir giriş katıyla, müzenin çevresiyle mümkün olduğunca esnek bir ilişki kurmasını sağlamakta fayda vardı.

Bu prensipleri ortaya koyduktan sonra, Doğan Kuban’ın bildirisinde anlattıklarını tekrar masaya yatırdık.

“…Yani böyle bir müzeye bir kişi gittiği zaman, hayalinin gücü oranında geçmişe doğru uzanan bir mekansal çizgi görebilmeli, kentin yapısını anlayabilmeli ya da hayal edebilmelidir. Gözlemciye her adımında imge olarak canlandırabileceği geçmiş dönemlerin kesitleri sunulmalıdır. Müze bir ‘tarayıcı’ gibi yine derin zamanlı diyakronik bir tarih kesiti içinde senkronik etkilendirmeler, canlandırmalar yapmalıdır.” 

Burada söyledikleriyle, “İstanbul Bir Kent Tarihi” adlı kitabının giriş bölümünde söyledikleri, birbiriyle ilişkilendirilebilirdi (İstanbul Bir Kent Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004):

“…Kentin tarihsel övgüsü imgelerle örülmüştür. Bu imgeler hem fiziksel varlığı hem de kurgusal olanı içerir. Ancak tarihsel bir kenti anlatacak imgeleri ayıklamak zor bir uğraştır. Bu kitapta bunun başarılmış olup olmadığına okuyucu karar verecektir.”

Bu ikisini birleştirerek, sadece İstanbul Bir Kent Tarihi adlı kitabın içindeki konu başlıklarını not etmek bile bizi bir yere vardırabilirdi. Çünkü kenti anlatacak imgeler oradaydı.

En basit düşünüşle konu başlıklarını uç uca ekleyip bir zincir oluşturabilir, ideale yakın durumda ise her bir başlığı, dolayısıyla her bir imgeyi kendisiyle ilişkili olan diğerlerine bağlayan vektörleri bulup, İstanbul tarihi içindeki tüm ilişkiler ağını çözerek bunu bir bilgisayar modeli haline getirebilirdiniz.

Fakat her iki durumda da, basit veya karmaşık, İstanbul Kent Tarihi’nin heykelini yapmış olurdunuz.

Kitaba göre İstanbul Tarihi’nin ana başlıkları:

BİZANTİON VE KONSTANTİNOPOLİS

Topografyanın Çağrısı

Roma İmparatorluk Başkenti

Doğu Roma Başkenti

Orta Çağ Bizans Başkenti

İSTANBUL

Osmanlı Başkentinin Kuruluşu

Batılılaşma Süreci

Cumhuriyet Dönemi

Böylece “netlik”le ilgili olan hedef de belirlenmişti. Bu müzeye gelen bir insan, bu kentin tarihinin 8000 yıllık bir perspektife dayandığını, 7 ana bölümden oluştuğunu ve bu bölümlerin başlıklarının da yukarıda sayılanlar olduğunu öğrenerek çıkmak zorundaydı. En azından bunu sağlamalıydık. Daha fazla detay geçici sergiler, seminerler, yayınlar, kent gezileri, diğer müzelere yönlendirmeler ve benzeri ile çözülebilirdi.

Bunlar tespit edildiğine göre, “Nerede?” sorusuna artık geçebilirdik…

*

“Bin yıllık bir tarih, Bizantion’u başkent olarak seçen Constantinus’un zekasını onaylamıştır.”

J.B.Bury 

“İstanbul Kent Tarihi Müzesi nerede kurulur?” sorusunun iki boyutu olduğunu daha önce söylemiştim: Ruh Boyutu ve Bağlam Boyutu.

“Ruh” dendiği zaman akla hemen Tarihi Yarımada geliyor.

“Bağlam” ile kastettiğim ise, müzenin kolay ulaşılabilen, rahat bir işleyişe imkan veren bir mevkide yer alması, uluslararası ulaşım ağları ile ilişkisinin kuvvetli olması, müzeyi destekleyecek yan işlevlerin de yerleştirilmesine izin verecek konum ve boyutta bir arsa üzerine kurulmuş olması ve kentin mevcut kültür-sanat ağına kolay eklemlenebilir bir noktada bulunması idi.

Bu çerçeve içinde değerlendirince, Yedikule-Kazlıçeşme Mevkisi hem ruh hem bağlam yönünden yapılan değerlendirmede en yüksek seviyede dengeyi tutturmuş seçenek olarak öne çıktı.

Bu değerlendirmeyi açarsak…

Öncelikle söylenmesi gereken şudur: Altın Kapı (Porta Aurea)’nın da içinde bulunduğu Yedikule-Kazlıçeşme bölgesi, II.Teodosius Surları’nın ortaya çıkmaya başladığı 400’lü yılların ilk yarısından bugüne kadar, yani yaklaşık 1600 yıldır kentin en önemli giriş kapısıdır.

Konstantinopolis’in çekirdeğini Roma ile bağlayan Via Egnatia, kente Altın Kapı’dan giriş yapıyordu. Altın Kapı, imparatorların zafer girişleri için kullanılan, kentin ana askeri kapısıydı. Bu, halkın giriş-çıkış için kullandığı Pege Kapısı (Silivrikapı) ve Harisius Kapısı (Edirnekapı) ile birlikte kentin üç ana girişini oluşturuyor, bu üç girişten başlayıp sur içine doğru devam eden yollar birleşerek kent ulaşım sisteminin ana omurgasını meydana getiriyordu. Via Egnatia, Adriyatik kıyısından başlayıp Boğaziçi’nin girişindeki Büyük Saray’da biten, Roma ile Konstantinopolis’i bağlayan bir büyük imparatorluk yolu özelliğindeydi.

Peki onu bugünün İstanbul’unda hala kullandığımız ana yaklaşım aksı, Yedikule-Kazlıçeşme’yi de 1600 yıllık giriş kapısı yapan nedir? Veya bu yorumumuz doğru mudur?

Evet, 5.YY’dan bugüne kadar, Altın Kapı ve onu çevreleyen bölge, İstanbul’un giriş kapısı veya giriş kapılarından biri olmuştur.

4.YY’da İmparator I. Constantinus Hıristiyanlığı seçerek Roma İmparatorluğu’ndan ayrılıp, başkenti imparatorluğun doğu vilayetlerinin merkezi olan Bizantion’a taşıdığı ve burayı Konstantinopolis adı altında yeniden imar etmeye başladığı zaman, Roma’dan bu yeni başkente uzanan Via Egnatia’nın yeni inşa ettiği kent surlarını kestiği noktada ilk Altın Kapı’yı açmıştı (Constantinus Surları ve 1. Altın Kapı. Bu surların ve kapının günümüze ulaşmadığını belirtelim).

Ondan 100 yıl sonra II. Teodosius, kendi Altın Kapı’sını yine Via Egnatia’nın kendi surları ile kesiştiği noktada açıyordu (Teodosius Surları ve 2. Altın Kapı, bugün bildiğimiz İstanbul Kara Surları ve Altın Kapı).

Fatih Sultan Mehmet 1453’te Konstantinopolis’i fethettikten hemen sonra Altın Kapı’yı kente bakan tarafından surlarla çevirerek bugün bildiğimiz Yedikule Hisarı’nı ortaya çıkarıyor ve burayı imparatorluk hazinesinin saklandığı bir iç kaleye dönüştürüyor, kapının önemi azalsa da yeni Yedikule Hisarı’nı kentin merkezine bağlayan omurga parçası önemini kaybetmiyor, teknolojinin gelişimiyle birlikte yaşayacağı dönüşümlere hazırlanmak üzere dinlenmeye çekiliyordu.


Konstantinopolis planı (450-1453), Doğan Kuban, İstanbul Bir Kent Tarihi, 2004, sayfa 71’deki plandan yararlanılmıştır.

19. YY’da Sanayi Devrimi’nin İstanbul’a getirdiği demiryolu kente surları delerek yine buradan, Altın Kapı’nın hemen yanından giriş yapıyor ve kıyıyı takip eden, tarihi omurgaya paralel bir güzergah izleyerek yarımadanın ucundaki Sirkeci’ye varıyordu.

20. YY dünyaya hava ulaşımını armağan ettiğinde de, Türkiye’nin ilk havaalanı yine İstanbul’un Via Egnatia’sı üzerine kuruluyor, oradan kalkan otomobiller surları Altın Kapı’nın dört yüz metre güneyinden ikinci defa delerek kente yine aynı noktadan giriş yapıyorlardı.

Biz de, böyle bir noktada bulunma bilincinin yaratacağı heyecanın İstanbul Kent Tarihi Müzesi’ne çok şey katabileceği düşüncesiyle, projeyi burada yapmaya karar verdik.

Tabi, bu bilinci ziyaretçiye hakkıyla verebilmek kaydıyla.

*

Aurea Saecla Gerit Qui Portam Construit Auro
Kapıyı Altın Olarak Yaptıran, Altın Bir Devir Yarattı 

Via Egnatia’nın üzerinde, İstanbul’un 1600 yıllık giriş kapısının önünde duruyoruz. Altın Kapı hemen karşıda. Üzerinde durduğumuz yol, ona giden doğrultuyu hiçbir şey yapmasak bile bize gösteriyor. Aşağıdan akan sahil yolu, kente doğru son sürat ilerleyip surlarda açtığı gediğin içinde kayboluyor. Arka planda parlayan Ayasofya ve Sultanahmet’in kubbeleri bize yolun nereye vardığını anlatıyor. Hemen solunda başını göğe uzatmaya çalışan oyuncak gökdelenler, binlerce yıllık bir sürekliliğin ne demek olduğunu bize hatırlatıyor. Sağda hiç eksik olmayan gemi peyzajı, İstanbul Boğazı’nı görmesek de varlığını daha kapının önünde hissetmemizi sağlıyor, aynı kapı, onun da kapısı ne de olsa.

Oraya tekrar gitmeden önce çizim masasına oturuyorum. Bölgeyi 1/10000 ve 1/5000’den başlayarak masaya yatırıyorum. Özgürce arazi üzerinde kalem oynatmanın mutlaka faydası olacaktır.

* 

“Eksen, belki de insanın kendini ilk kez ortaya koyuşudur; o, insana ilişkin tüm eylemlerin aracıdır. Yeni yürümeye başlayan çocuk bir eksen tutturur, yaşam kavgasında savaşımını sürdüren kişinin çizdiği bir eksen vardır. Eksen mimarlığın düzene koyucusudur. Düzen kurmak demek, bir yapıta başlamak demektir. Mimarlık eksenler üzerinde yükselir.

Eksen, bir hedefe doğru giden yönlendirici çizgidir. Mimarlıkta eksenin bir amaç doğrultusunda olması gerekir.

Düzen, eksenlerin sıradüzeni, yani amaçların sıradüzeni, isteklerin sınıflandırılmasıdır. 

Demek ki mimar amaçlarını eksenleriyle belirtir. Bu amaçlar, duvarlar (doluluklar, duyumsal izlenim) veya ışık ve mekandır (duyumsal izlenim). 

Gerçekte eksenler, kağıt üzerine çizilmiş planda olduğu gibi kuşbakışı algılanmazlar; onlar yerden, ayakta durup ileriye bakan kişinin konumundan algılanırlar. Göz uzağı görür, şaşmaz bir açıyla, hatta amaçlananın ve istenenin de ötesinde her şeyi görür. 

Le Corbusier
Bir Mimarlığa Doğru, 1923

Mevcut durumu yetersiz bularak alana yeniden gidiyorum, ama bu sefer alt kottaki sahil yolu üzerinden. Sahil yolu ile Via Egnatia arasında bir kotta duruyorum ve dönüp İstanbul’a bakıyorum.

İşte 1600 yıllık giriş kapısı orada! Her şeyden yalıtılmış, tek başına, karşımda!

Ona öyle kusursuz bir noktadan bakıyorum ki, ne bir şey eklememe gerek var, ne de çıkarmama.

4. yüzyıl, 5. yüzyıl, 19. yüzyıl, 20. yüzyıl, başından beri öğrendiğim hikaye, yer ve gökten yapılmış bir çerçevenin içinde, orada.

Artık yapmam gereken tek şey, eksenleri doğru yerlere koyarak o hikayeyi binamın içine sokmak.

* 

Bundan sonraki çizimlerin tek bir tanesinden bile başlangıç noktası, hedef nokta ve bu ikisini bağlayan eksenler eksik olmayacak. Düşüncelerim yerlerine oturdu. Geriye eksenleri masanın üstüne döküp hangilerinin işime yarayacağını bulmak kaldı.

Çalışmanın ilk aşaması tamamlandığında elimde, bir düşünce havuzunun içinden ayıklayarak çıkardığım ve beni anlamlı bir noktaya götüreceğine inandığım iki adet eksen var. Sürecin devamında, binayı oluşturacak düşüncelerin bu iki eksen etrafında şekillenmesini bekliyorum. Öncelikli amaç, ziyaretçileri eski yolun yeni yol ile birleştiği kavşak noktasında alıp müzenin girişine yönlendirmek, müzenin girişindeki sıfır noktasında Altın Kapı’yı ve onu çevreleyen Yedikule’yi bir çerçevenin içine alarak ziyaretçiye göstermek ve o anda nerede durduğu ve nereye baktığı bilgisini vererek, onu gezisine bu bilincin vereceği heyecanla başlatmak, devamında da binanın tüm kurgusunu bu eksenlerin üzerine oturtarak, hem fiziksel hem ruhsal olarak binanın “giriş kapısı” ile tek parça olmasını sağlamak.

* 

İkinci aşama, bina programının oluşturulması ile başlıyor.

Böyle bir müzenin programı için “sergileme, eğitim, idari bölüm, restorasyon laboratuvarı, depolama” şeklinde bir genel çerçeve çizebiliyoruz.

Devamında, elimdeki eksenlerin belirleyeceği form ve strüktürün hedefteki fonksiyon ile ilişkisinin çözülmesi yolundaki araştırmalara başlıyorum.

Binanın girişinde yaratmaya çalıştığım “sıfır noktası”nı Yedikule’ye bağlayan eksenlerin mimari karşılığı ne olacak? Bunlar binayı iki yana iterek aralarında bir açık alan mı tanımlayacaklar, İstanbul kent tarihi anlatımının yapıldığı hacmi aralarına alarak diğer tüm destek birimlerini dışarı mı atacaklar, Altın Kapı perspektifinden hiç kopmamak için bu eksenleri neye dönüştürmeliyim?

Sonunda projeyi 3 ana öğeye indirgemeyi başarıyorum:

Tüm kalabalığı toplayarak binayı kullanan herkesi Altın Kapı perspektifiyle buluşturan açık alan ve bu açık alan ile birlikte çalışan ve onu sınırlayan, birinde tarih anlatımının ve sergilemelerin yapılacağı, diğerinde de atölyeler, konferans ve toplantı salonlarının bulunacağı iki kanat.

 


Sonuç ve değerlendirme

Proje, arazi üzerinde hassas bir incelemeyle belirlenmiş bir “sıfır noktası”ndan başlayarak Altın Kapı ve onu çevreleyen Yedikule’ye doğru giden iki eksen etrafında şekillenmiştir.

Arazide bu eksenleri takip edecek bir yarık açılmış, binaya giriş, bu yarığın başladığı “sıfır noktası”nda yaratılan giriş saçağı ile sağlanmıştır.

İki eksenin yarattığı görsel bağlantı sayesinde Altın Kapı, giriş noktasında binanın içine alınmış, İstanbul kent tarihi anlatımı da aynı noktadan başlatılarak, “İstanbul’un giriş kapısının önünde olma algısı” ile “İstanbul’un hikayesinin başlangıcı” binanın girişinde üst üste getirilmiş, bunun yaratması beklenen heyecanın gezi boyunca ziyaretçiyle birlikte olması hedeflenmiştir.

Altın Kapı ile görsel bağlantıyı sağlayan eksenlerin tanımladığı üç genel bölge bir açık alan olarak bırakılmış, bina iki yanda bu üçgenin kenarları boyunca uzanacak şekilde düzenlenmiş ve tüm mekanların bu açık alan üzerinden de çalışabilmesi sağlanmıştır.

Bu üç genel açık alan, yol tarafında sergi salonları, konferans salonları ve onların fuayelerini, eğim tarafında da İstanbul kent tarihini anlatan hacimleri barındıran iki kanat ile sınırlandırılmıştır. Giriş seviyesinin altına da sahil yolu ile doğrudan, giriş ile de düşey sirkülasyon elemanları aracılığıyla bağlantılı olacak şekilde, depo ve restorasyon laboratuvarı yerleştirilmiştir.

İstanbul kent tarihini mekanlaştıran hacim, tarihteki kritik noktalara karşılık gelen her aşamada farklı bir şekilde bükülmüş fakat bunu yaparken sürekliliğini de kaybetmemiş, her bükülme sonucu oluşan farklı hacim parçasına tarihteki belli bir dönemin anlatımına zemin hazırlama görevi verilmiş, bir mekansal süreklilik dahilinde ziyaretçiyi her aşamada farklı bir kılıf ile sararak, İstanbul kent tarihini bir deneyime dönüştürmek amaçlanmıştır. Bu hacim üçgenel açık alan ile sınırsız ve dolaysız bir ilişki kuracak, ziyaretçiye tarih anlatımının her noktasından yapıya girip çıkma imkanı tanıyacaktır. Ziyaretçi bu hacme her girişte, girdiği noktayla ilgili sunum ile karşılaşacak, her çıkışta Altın Kapı ile buluşacaktır. 7 ana “boğum”la şekillenen bu hacim “Fetih” noktasında kırılarak ikiye ayrılacak, ziyaretçiyi dışarı çıkarıp tekrar içeri alacak, fetih olayının öneminin de mekan aracılığıyla deneyimlenmesini sağlayacaktır.

Projenin gelmiş olduğu son noktayı başlangıçta hedeflenenler çerçevesinde değerlendirirsek, mekanın sürekliliğinin sağlanması aracılığıyla ziyaretçide tarihin bütünlüğü olduğu algısının kuvvetlendirilmesi yönünden belli bir noktaya kadar başarı sağlanmış olduğunu ve İstanbul kent tarihinin geçtiği yedi adet aşamanın dolaysız bir şekilde mekanın ve ona bağlı olan anlatımın kurgusuna yansıtılmış olmasıyla, verilen mesajın net olması yönünden olumlu bir noktada bulunulduğunu söyleyebilirim. Fakat bir kent tarihi müzesinin bir tarih kitabından farklılaştırılması, İstanbul mikroevrenini temsil eden bir tek hacmin, İstanbul uzayzaman plazması ile doldurulması ve bunun içindeki kütleçekim ilişkilerinin çözülerek mekanlaştırılması konularında daha çok çalışmaya ihtiyaç olduğunu da eklemeliyim.

Şahsım adına, bir İstanbul Kent Tarihi Müzesi oluşturma yolunda elde edilecek başarının, ömür boyu peşinden koşmaya değecek bir hedef olduğunu ifade etmek isterim.

Teşekkürler.

Etiketler

Bir yanıt yazın