Adana… Adana… Dana… Ana! Gelmişiyle, Geçmişiyle…

Bu yazıda geçen olayların dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse ile ve de asıl gerçeklikle hiçbir alakası yoktur. Sadece olaylara mekân olarak Adana’yı seçtik!

Bölüm 1: Önce görüntü hafızalarına bir kibrit çakalım.
01 plakalı Adana… Birkaç yıl sonra olası yeni -asla kent olamayacak-, yerleşimler sayesinde üç basamaklı sayılara yükselirse plansız ülkemiz, biz de 001 olabiliriz. Belki bir uluslararası ödül töreninde helikopterden aşağıya atlarken çok bilinen ajanın, paraşütsüz yakalayıp çekeceği II. Elizabeth muadili bulunabilir o zaman. Sayılar önemli, hem de çok… Önündeki sıfıra takılanlar için, birden büyük bir şöhretimiz de var: 1,5 Adana. Yanına kebap diye ek sıralamaya gerek yok, tıpkı şalgam gibi: Biz şalgam suyu demeyiz. Şalgam, o bardaktaki müthiş cazip rengiyle gelen içeceğin ta kendisidir.

İşte burası da Adana Köprübaşı, tıpkı şarkıdaki gibi, şimdi olmayanlar… Hayır, olanlar demeliyim ki satır zayi olmasın; sadece köprünün kendisi… Tarihin -hala kentin nabzı içinde-, yaşanan en eski köprülerinden biri. Her ne kadar her iki kıyısındaki nehir yalıları ve kent giriş kapıları ve gözetleme/seyir kuleleri olmasa da… Hâlbuki Metin Akpınar ne demişti: “Ucundan acıcık”… Biz çok şükür, kökünden hallettik meseleyi. 2000 yaşında diyebilmek için bıraktığımız köprü, bir kıyıdan ötekine uzatılmış bir kalas görevinde artık tenzilata uğramış gövdesi ile… Boş kayıkhaneleri, tarihin bilinen en eski hidrodinamik yapılarından olan nehir değirmenleri, mavra’ ları (su dolabı) ile…


Taşköprü için “Bir kıyıdan ötekine uzatılmış bir kalas görevinde artık tenzilata uğramış gövdesi ile…” sözünü sarf etmekte haksız mıyım? Yöneticilerin hiç mi aklına gelmez bu köprücağıza yeni işlev vermek, onu belirgin kılacak, dokunmadan gölgeleyecek bir örtü örneğin, bu biteviye kellikten kurtaracak eski figürleri, değirmenleri, mavraları sağına soluna eklemek, hiç mi gelmez? Bir bakış uzaklığında her şey oysaki...

Farkettiğiniz gibi tarihin ezberlenmesi gereken can sıkıcı sayılarına hiç girmiyor, asıl olan yaşanmışlıkları ile Adana terennümü yaratmaya çalışıyorum. Yani ne, Adana Tarihi Doku Algısı… Bu cümleden olarak köprü fotoğrafının sağ yanındaki hafif yüksek kent görünümüne bakacak olursanız, işte orada neler varmış neler… Tepebağ Höyüğü! Yine kentin içinde tek örnek olduğu düşünülen ve sinesinde 7 kültür katmanı barındırdığı sanılan bir çeyiz sandığı geleceğe bırakılmış.

Höyüğün sondaj kazı çalışmaları 2014’ten bu yana yürütülüyor, ancak ne çıktığı ya da ne çıkmadığına ilişkin herhangi bir bilgi kırıntısı yok. Kazı fonlarının yetersizliği, personel sıkıntısı, elbette en başta çanak çömlek nitelendirmesindeki duyarsızlığa ek olarak bir de nur topu gibi iletişimsizliğimiz oldu…

Bölüm 2: Her yer birbirine benziyorsa orada bir yönetici yoktur! Artık “TOKİ var!” demektir.
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” demiş M. Foucault; sanırım bizim birörnek şehirlerimiz için söylemiş bu sözü. Ülkede, bugünkü halini görse idi Sultan Mehmet Han’ın fethetmekten vazgeçmesi olası İstanbul’u saymaz isek, kul yapısı iki şehrimiz vardır sadece: Hangi savaşı kazandığını bilmediğimiz ama bize Mardin gibi bir başyapıt bırakan Artuklu kenti ve doğunun kraliçesi Antakya! (Hem Tanrı katkısı, hem kul dayanışmasıyla var olmuş Kapadokya özel bir durumdur diye anmadım.) Peki, ötekiler,1950 öncesine kadar son derece karakterli, özgün yapılarıyla maruf bu kentlere kuyruklu yıldız mı vurdu da siliniverdiler? Kuyruklu yıldız diyerek kent planı yapmak yerine imar planı yapılmasını kastettiğimi anladınız elbet… Maalesef bu yalın sorunun yanıtı, yalın bir evet!.
Foucault’tan devamla, kimsesi mi yok peki Adana’nın?

Bölüm 3: Eskidendi, çoooook eskiden… Biraz da eskinin dedikodusunu yapalım mı?
Hem de nasıl çalımlı, nasıl cakalı Adamları var: Dadaloğlu, Karacaoğlan ile başlayıp Yaşar Kemal ile sürmüş destan geleneği, Orhan Kemal ile cumhuriyetin varoş sancıları anlatıcısı, Demirtaş Ceyhun’unun karakterli mimarisi, Suna Kan’ın çelik bir yay gibi duruşu, pop müziğin ilk süper starı Erol Büyükburç’u, en yakışıklı ve de en çaba gösteren oyuncusu Kıvanç Tatlıtuğ’u, Ali / Şener Şen’leri, Yılmaz Duru’ları… Burada isim saymayı kesiyorum, birkaç yüz ismi saymak olanaksızlığı karşısında şöyle bağlayalım lafı, sosyoloji kürsülerine doktora konusu olmayı gerektirecek kadar çok sayıda, ülkenin tüm sanatçı sayısının %30’unu bu kent yetiştirmiştir tek başına… En yakın takipçisi İzmir’e büyük fark atarak… Neden? Nasıl bir berekettir bu unutulmuş, ihmale kalmış şehirde…


Tarihi mi yok o zaman, yok canım, olur mu hiç? Kim ki doğuda fetih yapmak ister, doğanın tek geçit verdiği Gülek marifeti ile bütün Batı uygarlıkları buradan geçmek zorundadır. Her ne kadar Memluklular ve Kavalalı Mehmet Ali Paşanın da katkısıyla kent surları yıkılmış olsa da 20 km’lik çerçevede 7 adet kalesi vardır; Toprakkale, Yılankale, Kozan kalesi vs. gibi…


Nehir Yalılarından bir görünüm. Kayıkhaneleriyle, Cihannümalarıyla, altın oranı yeniden yorumlayan pencere ve silmeleriyle kente muhteşem siluetler kazandıran bu fotoğraf, “bir yol uğruna Yarab / ne güzellikler batıyor” denecek hale geldi. Tıpkı İstanbul Kıbrıslı Yalısı vb. gibi… Karakterli yapılar teşvik edilmediğine göre, karaktersizlik midir önerilen?

Söylenceleri mi eksikmiş? Lokman Hekim, Şahmeran ve bilcümle İncecik Memetler, hepsi buralı… 1960’ların planlı kalkınmasında 4. büyük il ve ekonomisi olurken şimdilerde 17. Ligden daha aşağı düşüşünü frenlemeye çalışıyor. Kuşkusuz Milli Fiziksel Plandan vazgeçmiş bir yönetim anlayışının yaygın sonucu bunlar… Sonuç: Prototip kentler, penguenler gibi, ötekinden ayıramadığımız…

Unutmayınız diye parmağınıza bağlayacağınız bir kurdele olsun bu söyleyeceğim. Bir Türkiye haritasını ikiye katlayın, o katlanmış çizginin, ülke aksının güneydeki ucudur Adana. Her şeyiyle… Türkiye’de doğunun batıyla birleştiği, örtüştüğü, öpüştüğü kenttir. Parça bütünü içerir, Türkiye’miz de böyle değil mi bir kısrak başı gibi sokulurken Akdeniz’e? Anasına çekmiş işte…

Çok da delikanlıdır malumunuz olduğu üzere… Nasıl olmasın, başka çaresi yok ki, tarihi boyunca doğrudan bir ülkeye, yönetime katılmamıştır. Ya bir satraplıktır (Hitit) ya bir beylik (Ramazanoğulları)… Sadece kendine güvenebilir, kendi ayakları üzerinde durabilir.

Gastronomide ise her şeye limon sıkan, şalgam gibi tuzlu/ekşi tatları, tarihteki birkaç bin yıllık en eski susam bitkisi ekim alanı olduğundan salataya, köfteye, böreğe, lahana sarmasına bile tahin koyan, tahin helvasını ekmeğine katık yapan bir kent. (Yani inanmayın hepi topu minimum tarihli ABD gibi 1800’lerden ithal, Amerikan iç savaş çağrışımlı portakal ve pamuk kenti olduğuna.) Antakya referanslı yemeklere başlangıcı burada bütün zenginliğiyle görmek olasıdır tıpkı kullandığı ayrıcalıklı ve özgün dili gibi…

Bölüm 4: Bir kentin geleneksel anatomisi; ama adli tıpta!
Bilinen en eski Osmanlı Dönemi Şehir Planını fotoğrafta görüyorsunuz. T cetveli ve gönyenin bilinmediği bu dönemde tüm plan ilkelerinden haberli imişiz yani.

Planda görünen o ki, Antakya, Urfa, Mardin evleri gibi bir avlunun etrafını çevirmek yerine, avlunun bir kenarına, yola bakan sokağa konumlanmayı tercih etmiş. İçe dönük bir sosyal yaşam değil yani söz konusu olan. Evlerin damları yoğun kullanılıyor; damlardır hayat! Güneşi kurşunlamayı düşündürecek kadar sıcak, nemli yaz aylarında damlara kurulu tahtlar kurarak, cibinliklerle yatmak geleneksel bir alışkanlık… Kenarında avlunun bir ucuna ekilmiş bir asma da olacak elbette…

Bölüm 5: (Günümüzde durum) Loj’ileri boşver, Enteller çatlasın!
Boş vermeye şehir planı yerine, -tarımı bir kez daha ve bu sefer kökünden kurutmaya kararlı-, “İMAR PLANI” yapmaya karar vererek başladık. TOKİ afetini “özel ve özerk yetkiler” ile donattık. Ne oldu? Her ilimiz (kent olmayı beceremediğimiz için bu sözcük uygundur) küçük birer Dubai! Şahsen Dubai de küçük ABD, entarili kovboylar olarak arzı endam ediveriyor, n’olcaktı ki? Senede birkaç kez yapılan yeni imar düzenlemelerini artık öğrenemiyor, inanmıyoruz da… Gerek var mı? İmarın aç/kapa hallerinden biz bıktık, yönetimler sükunet içinde ve istikrarla sürdürüyor.

Bölüm 6: Burası Adana bacım!
Hah, hep coğrafyadan ikmale kalırmışım gibi, yaşadığım şehri büyük bir özveri ile haber veren genişşşş bir yapımcı kesimi var ve sayelerinde duyma repertuarıma geçen sözcükler her yeni mekan yaratma istediğimde: “Burası Adana bacım!” (Yok, canım, sahi mi?), “Bizim hanım hiç böyle mutfak görmemiş!”, “Hiç bıkmadınız mı?” diye başlayan “DAYİRE” tarifim karşısında –”kapıyı aç karşıda mutfak, yanında oturma odası, holün dik açısında kilitli salon, koridor başlangıcı, koridorun başı WC, yanı mutlaka karanlık banyo, karşıda iki yatak odası, koridor bitinde ebeveyn yatak odası”. Şablon dizilimin el cevabı: –”benden habersiz Yengene mi uğradın?”. Yani kabul ediliyor çok sıkıcı, çok denenmiş, bütün yanlışlarıyla durmadan tekrar eden, Bayındırlık Bakanlığı tip afet evi projesi hastalığına… Bütün kentlerimizin haykırışı bu yönde… Müsvedde şehirler halinde haritada sıralanıyor. Ve evet, burası Adana ya da ne yazarsanız isim hanesine o kent; hep taşra! Bu laf sürdükçe, bu kabulleniş, bu indirim… Kendimizi daha güzeline/zenginine layık görmedikçe de öyle kalacak!

Bölüm 7: Eyyyy İstanbul, accık da yer bırak öteki 79 şehre!
Mimarlık bir koridorun iki tarafına odalar dizmek midir? Yukarıdaki fotoğrafa bakarsak; Evettttt! Aşağıya bakarsak; Hayırrrrr! Hayatları zenginleştirmek için mekânları zenginleştirmek olmalı amacımız.

Alabildiğine modern malzemeleri tüketerek bir cephe şatafatı yaşadığımız bugünlerde, keşke planlarda da aynı değişiklik yaratma isteği başlasa. Hala “3 yatak, bir oturak odası” ! Oysa ne güzel sözcüklerimiz vardı yaşamımızdan kopartılan mekân adları olarak. Son söz olarak onlardan bazılarını sıralayıp, bu dille birlikte neleri kaybettiğimizi, nasıl yavanlaştığımızı, kısaca nasıl fukaralaştığımızı birlikte düşünelim istedim.

Eyyy İstanbul, bırak, bize de yer kalsın. Eğitim, sağlık, finans, sanayi, hizmet kısaca bilcümle sanayi kolları sende… Yahu, lüzumsuza çıkarttın bizi… Bir iş ver, bir işlevi paylaştır. Bak her okumaya giden çocuk sende kalıyor, arkasından ana-babası gidiyor. Her miras hukukunun anlaşılmaz miras maddesi ile bölünen tarla yetmeyince sana göçülüyor.(Oysa vatanın bölünmezliği yazılı her yerde, mirasın bölmesi sayılmıyor mu?) Her krizde tek yol sensin. Bu kadar şişmanlama, bu büyüme değil, bakanlığın “bile/dahi” çare aradığı OBEZİTE! Fazladan sırtlandığın her iş, her kişi, her fazladan üreme -tıpkı kanser gibi-, seni yok ediyor için için… Oysa seni eski güzel, çığırından çıkmamış, kültürel katmanlarına bürünmüş halini seviyoruz…

Bölüm 8:Finale…
(Sevgili Foucault… Demek istediğin o dur ki; bu iş, iş değil. Bu denli aynılık, tıpkılık, müsvedde varsa orada yönetici yoktur. Yönetemediğinden planı ve plancıyı, tasarımı yok eder; sadece bu kadar mı? Mimari mirası, belleği, doğayı, bilimi, sanatı yok eder, sonunda da gereksiz kalan insanı…)

Bu yazıda geçen olayların dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse ile ve de asıl gerçeklikle hiçbir alakası yoktur. Sadece olaylara mekân olarak Adana’yı seçtik!

Tarih nedir? Geçmek zorunda oluğun bir ders. Gelenek nedir? İşimize gelen kısımlarını alıp, güne ve görüşümüze uymayanları yok saydığımız kanırtılmaya uygun yaşam süreci. Kültür tarihi nedir? İşte onu ben bile hiç duymadım… Başlıklı denemelere inat, dilimize, tenimize, hayatımıza sinmiş mekân isimleri:
Tetirbe: Çıkmaz sokak.
Kabaltı: Kubbealtı geçidi.
Camhane: Duvar nişlerinde sabit büfe.
Gedemeç: Odadan bir basamak alt veya üstte pabuç/terlik çıkartılan bölüm/pabuçluk. Zerzembe: Evin yarıdan fazlasının toprağa gömülü olan kileri.
Kapı aralığı: Vestibül, avluyu gözden koruyan ön giriş.
Curun: Havuz veya çeşme haznesi.
Tutya: Korunak için metal ilaveli kapı.
Bürke: Havuz
Gezenek: Koridor.
Havuş: Avlu, havlu.
Kitabiye: Dresuar, evden çıkmak üzere gerekecek şeylerin konulduğu mekan. Musandıra: Yüklük.
Mabeyn: Dolap dizisi içinde saklanmış üst kat merdiven girişi.
Livan, Revak yerine ılıman iklimlerde avluda basamakla düzenlenmiş oturma birimi, seki.

Dilim tutulsaydı notu; az önce doğudaki iki ilçenin terörden kurtulma çaresi olarak “İL” olma kararnamesi hazırlandığını duydum haberlerde… Daha önce olanlarda her şey yolunda! 3 haneli trafik kodlaması eli kulağında demek ki…

Etiketler

Bir yanıt yazın