Dikensiz Gül Bahçesinden Çok Züccaciye Dükkânı Gibi

Bu yazının konusu Haliç Tersaneleri ve bununla bağlantılı olarak Venedik Mimarlık Bienali Türkiye pavyonunda sergilenmek üzere seçilen öneri.

Haliç Tersaneleri batıdan doğuya doğru Taşkızak, Camialtı ve Haliç Tersanesi’nden oluşuyor. Temmuz 2013’te yapılan bir ihale ile Taşkızak ve Camialtı Tersaneleri’nin olduğu alan 4 yılı inşaat ve 45 yılı işletmek olmak üzere Rixos Grubu’na 49 yıllığına kiralandı. İhaleyi kazanan grup bu süre için yapacağı yatırımlar hariç olmak üzere devlete 1 milyar 346 milyon dolar ödeyecek. İnşaat için ayrılan sürenin yaklaşık 3 yılını geride bıraktık ve henüz projelendirme devam ediyor. En azından neyse ki.

Bir vatandaş olarak projeye ilişkin bilgi almak isterseniz tek kaynağınız Rixos’a ait www.halicyatlimaniprojesi.com web sitesi. Bu adreste her birisi 2-3 cümleden oluşan 7 slaytlık bir soru cevap sizi bekliyor.

Hiçbir finansman maliyetini göz önüne almasak Rixos’un bu alana ödeyeceği kira bedeli için her yıl yaklaşık 35 milyon dolar para kazanması gerekiyor. Kira dışındaki yatırım maliyetleri ve operasyonel giderler bu rakamla ilgili değil. Biraz daha basitleştirelim: Bu alana yapılacak yatırımlar ve işletme giderleri hariç, sadece devlete ödenecek bedel için tersanelerin günde 100.000 dolar kazanması gerekiyor.

  • Ortalaması 250 dolardan satılacak (çeşitli oda büyüklük ve türleri olacağını düşünmek gerek) bir yatırım.
  • Odalardan gelecek gelir kadar lokantalardan ve diğer ek alanlardan ek gelir.
  • %40 vergi öncesi kar.

Yukarıdakilere göre hesap yapınca en az 660 oda ihtiyacı ortada. Bu hesapla geliştirilecek bir yatırımın oda büyüklüklerini kendi içinde brüt 50, ortak alanlarla ise 100 m2 olarak hesaplayabiliriz. Bu da yaklaşık olarak 66.000m2 inşaat alanı demek oluyor. Haliç Tersaneleri’nde 66.000m2 otel yani. Şunu da not düşelim: Bugün İstanbul’da 5 yıldızlı otellerde ortalama fiyat da doluluk oranı da yukarıdaki hesaba temel olan verilerden iyi değil.

Haliç Tersaneleri ne olmalıydı? Sanırım ilk sorumuz bu. Yukarıdaki anlatıma da konu olan yaklaşım, alanı bir gayrimenkul geliştirme olarak gören aklın ürünü. Bu sonuç ürünün uzun vadede kamu ve İstanbul’un yararına olmayacağını hatta önemli zararlar vereceğini görmek oldukça kolay. Haliç Dayanışması’nın temsil ettiği bir diğer bakış açısı alanın bugün de hala tersane olarak kullanılmaya devam etmesi yönünde. Bugün Tarihi Yarımada’nın dibinde, kentin en orta yerinde hem de halka neredeyse tümden kapalı bir alanı hala sanayi üretimi için kullanmayı önermek ancak onu bir gayrimenkul geliştirme aracı olarak görenlere hizmet ediyor.

Mimarlar ve sanatçılar yıllardır Venedik Bienali’ne gidiyorlar. Bienal temelde iki bölümden oluşuyor. Bunlardan birisi ağırlıklı olarak Giardini’de bulunan ülke pavyonları diğeri ise Arsenale’de o yılın temasına göre düzenlenen sergiler. Venedik’e gidenler Arsenale’de bir tersanenin nasıl anlamlı bir şekilde kullanılabileceğini görüyor, binaları kullanıyorlar. Bu yazıyı okuyacak ve Venedik Bienali’ni gezmiş olanlar doğal olarak Haliç Tersaneleri’nin de benzer şekilde kullanılması gereğini akıllarından geçiriyorlar.

Bence de Venedik Haliç’in iyi bir örneği. Lakin illa da Venedik gibi olsun demek de tutarlı bir davranış değil. Ama ne yapılmaması gerektiğini oldukça tutarlı bir şekilde savunabilirdik, savunduk da:

  • Haliç Tersaneleri bir gayrimenkul geliştirme işi olarak görülmemeliydi.
  • Haliç Tersaneleri’ne ait koruma ve tasarım kararları özel sektöre bırakılmamalıydı.
  • Haliç Tersaneleri’nin koruma, işlevlendirme, tasarım ve geliştirme süreçleri herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde şeffaflıkla yapılmalıydı.

Yukarıdaki üç durum da tam tersi yönde işledi:

  • Haliç Tersaneleri -hem de 1 milyar 346 milyon dolarlık- bir gayrimenkul projesi olarak görüldü.
  • Bugün hepimizin malı olan Haliç Tersaneleri ile ilgili olarak tasarımcı belirlemek ve tasarımcılara yön vermek de dâhil olmak üzere kararlar kamu tarafından değil Rixos tarafından alınıyor. 
  • Haliç Tersaneleri’ne ne yapıldığını hiç bilmiyoruz. Bugün birisi çıkıp “bir milyon m2 inşaat yapılıyor” dese inanmamamız için sebep yok.

Bu duruma neden olan kamunun bu alanı tarihi ve kültürel bir miras olarak görmekten çok hazine kasasına ek kaynak sağlayacak bir yatırım olarak görmesi.

Mimarlık

Büyük tabloda yukarıda anlattıklarım olurken alanın tasarlanması ile ilgili mimarlık alanında da pek çok gelişme yaşandı. Ayrıntılarını bilmiyorum ve belki bildiklerimi yazamam da ama alanın tasarımı ile ilgili adı geçen mimarlık ofisleri şunlar oldu:

  • Teğet (Mehmet Kütükçüoğlu & Ertuğ Uçar)
  • Tabanlıoğlu (Melkan Gürsel & Murat Tabanlıoğlu)
  • NSMH (Nevzat Sayın)
  • Boran Ekinci
  • Mimarlar Tasarım (Han Tümertekin)

Yukarıdaki bu ofislere ek olarak uluslararası pek çok grupla da görüşüldüğü duyuldu hep. Yine böyle muğlak kalıyor çünkü bu konularda bizi aydınlatan yok.

Bu isimlerden Teğet Mimarlık bugünlerde tasarım ekibinin liderliğini yürütüyor bildiğimiz kadarıyla.

Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu

İKSV Kasım 2013’te, Venedik’te 2014’ten itibaren 20 yıllık bir kalıcı Türkiye mekânı olduğunu açıkladı. Hemen bir hafta sonra ise Venedik Mimarlık Bienali 2014 Türkiye pavyonunun küratörlüğünü Murat Tabanlıoğlu’nun üstlendiği açıklandı. Mart 2014’te Türkiye pavyonunun teması “Hafıza Mekânları” olarak açıklandı. O yıl Venedik Mimarlık Bienali’nin teması Fundamentals küratörü ise Rem Koolhaas idi. O yıl Türkiye pavyonu, AKM’nin üzerinde yer alan “kes sesini tayyip!” yazısının kaldırılmasıyla da gündemdeydi.

2014’te Türkiye katılımına ilişkin çok söz söylendi, “kapalı kapılar ardında böyle mi olmalıydı?” diye çok konuşuldu ama gerçekten kimse çıkıp derli toplu bir eleştiri yazısı yazmadı. O yılki katılımın son derece başarısız olduğunu düşünen kendimi de dâhil ederek söylüyorum. Yine kapalı kapılar ardında her şeyin çok hızlı yapıldığı konuşulan 2014 için, Murat Tabanlıoğlu’nun o kadar kısa sürede elinden gelenin en iyisini yaptığı söylendi (2016 için de tema Mart’ta ilan edildi, dolayısıyla bu söylem biraz dayanaksız kalıyor).

2016’nın mimarlık bienali için İKSV bir açık çağrı yaptı. Bu açık çağrı sonucunda 9 takım finalist olarak belirlendi. Yapılan sunumların ardından ise Teğet Mimarlık’ın koordinatörlüğünü yaptığı ekibin Darzana isimli önerisi 15. Venedik Mimarlık Bienali’nde Türkiye’yi temsil etmek için belirlendi. İKSV bu ay başında projeyi yine Teğet Mimarlık’ın bir tasarımı olan ve hem tersane hem de Haliç meselesi ile yakından bağlantılı bir yapı olan Deniz Müzesi’nde, bir “baştarda”nın gölgesinde yaptığı bir basın toplantısı ile tanıttı.

Türkiye pavyonunun küratörlüğüne aday diğer ekiplerin kimler oldukları ve önerileri Arkitera.com’da bir haberde derlenmişti, dilerseniz oradan göz atabilirsiniz.

Bu ekipler arasından “Darzana” önerisini İKSV adına seçen kurul ise şu isimlerden oluşuyordu:

  • Levent Çalıkoğlu
  • Arzu Erdem
  • Murat Güvenç
  • Yeşim Hatırlı
  • Süha Özkan
  • Uğur Tanyeli
  • Sibel Bozdoğan (Seçim toplantısına katılmadı)

İKSV’nin, küratörlüğü üstlenen ekibi açıklamasından hemen sonra, küratörlüğe aday olanlardan bir isim olan Sinan Logie “Dünyanın En Güzel Şehrini Avrupa’nın En Güzel Şehrine Götürüyoruz” ve konunun paydaşı olmayan Burak Altınışık “Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu’nda Neyi Sergileyecek?” başlıklı iki yazı kaleme aldılar. Bildiğim kadarıyla ne İKSV’den ne de seçici kurul üyelerinin hiçbirisinden bu yazılara bir cevap gelmedi. Dolayısıyla yazılardaki sorular hala geçerli.

İKSV’nin son basın bültenine göre Türkiye katılımının özeti ise şöyle:

Darzanà: İki Tersane, Bir Vasıta
İstanbul ve Venedik tersaneleri arasında bir köprü kuracak proje, başlığını Akdeniz’e özgü melez bir sözcükten alıyor. Aynı anlama gelen ‘tersane’ ve ‘arsenale’ sözcükleriyle ortak kökene sahip olan Darzanà, Lingua Franca’ya da atıfta bulunuyor. Lingua Franca, 11. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında Akdeniz coğrafyasında denizciler, seyyahlar, tüccarlar, kısacası aynı dili konuşmadıkları halde birbirleriyle anlaşması gereken insanlar arasında kullanılan melez bir dil. Benzer şekilde ortak bir mimari dilden söz etmek ve bunu Architectura Franca olarak tanımlamak da mümkün.
Bugün farklı kimliklere ve ölçeklere sahip Venedik ve İstanbul’un, geçmişte birbirini yansılayan ve benzer üretimler yapan tersanelerinin ortak nüvesi, tekne inşaatının yapıldığı ve sonrasında teknelerin suya bırakıldığı, denize dik konumlanmış, boyutları tekne boyutlarıyla ilişkili, Türkçede “göz”, İtalyancada “volti” denen mekânlar. Darzanà projesi için de Haliç kıyılarındaki tersane yapılarının içinde, terk edilmiş bir gözde, atık malzemelerden son bir tekne, bir baştarda inşa edilecek. Sale d’Armi binasındaki Türkiye Pavyonu’nun yer aldığı göze taşınacak ve orada tekrar kurulacak.

Kökeni Latin dillerinde bastardo sözcüğünden gelen baştarda, hem kürekli hem yelkenli bir kadırga türü. Akdeniz’e özgü melezliği simgeleyen bu kavram, Darzanà projesinin de vasıtası olacak. Baştarda, bugün biri bir megakentte çürümeye terk edilen, diğeri bir müzekentte yılın belli zamanlarında hayat bulan iki göz arasında köprü olacak. Suya sınır çekilemeyeceğini, sözcükler arasına tel örgü gerilemeyeceğini gösterirken, cepheleri ve sınırları eşiklere ve uzlaşma alanlarına çevirmenin ipuçlarını arayacak. Mimarlık pratiği cepheleşmelere, çatışmalara ve sınır çekip içine kapanmalara, mesleği terk edip başka işlerle uğraşmalara yatkın bir alan. Mimarlığa devam ederek çatışma alanlarını uzlaşma mekânlarına dönüştürmenin mümkün olup olmadığı sorusu Darzanà projesinin ana temasını oluşturacak.

Darzanà Kitabı ve Projeye Özel Çanta
Darzanà projesine eşlik etmek üzere bir kitap hazırlanıyor. Kitapta, Haliç’teki tersanelerin kuruluşundan altın çağını yaşadığı döneme ve kullanılmaz hale geldiği zamanımıza kadar yayılan tarih, farklı arşiv malzemeleriyle hikâyelendirilecek. Feride Çiçekoğlu editörlüğünde hazırlanan kitapta, Namık Erkal ve Vera Costantini’nin yazılarıyla Cemal Emden’in fotoğrafları yer alacak. Kitabın tasarımını serginin tüm görsel malzemelerini de hazırlayan Bülent Erkmen üstleniyor. Yapı Kredi Yayınları tarafından dağıtılacak kitap, Türkçe ve İngilizce olarak basılacak ve Venedik Mimarlık Bienali açılışıyla kitapçılarda satışa sunulacak.
Ayrıca, Darzanà projesine özel bir çanta da tasarlanıyor. Proje ekibinden Hüner Aldemir’in tasarladığı çantalar kullanılmış yelken bezlerinden yapılıyor.

Türkiye Pavyonu Ön Etkinliği
Venedik Bienali 15. Uluslararası Mimarlık Sergisi Türkiye Pavyonu’nda yer alacak projeyle ilgili 5 Nisan Salı akşamı Salon İKSV’de bir etkinlik gerçekleştirilecek. Proje için küratöryel işbirliği yapan Cemal Emden ve Namık Erkal, İstanbul’daki tersanelerin tarihini fotoğraflar ve hikâyeler üzerinden katılımcılara aktaracak. Ücretsiz olarak gerçekleştirilecek söyleşinin detayları www.iksv.org adresinden takip edilebilir.

15. Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörü Alejandro Aravena ve teması da “Reporting from the Front”. Türkiye katılımının bu tema ile uzak yakın bir ilgisi yok. Esasında ülke pavyonlarının tema ile ilgili olması beklenmiyor. Zaten 2014’te de Türkiye katılımının tema ile bir ilgisi yoktu.

Seçici Kurul Üyelerine Basit Bir Soru

Şahsen benim seçici kurulun tüm üyelerine çok basit bir sorum var: “Reporting from the Front” teması ile bugün Türkiye’nin içinden geçtiği süreç oldukça üst üste örtüşüyor. Türkiye’nin bugünkü inşa faaliyetlerini düşünüp, “finale kalan 9 öneriden tema ile en ilgisiz öneri hangisidir?” diye sorulsa “Darzana” seçilirdi. Neden? Seçiminizde herhangi bir otosansür var mı?

Teğet Mimarlık’ın Duruşu

Kamu, Haliç Tersaneleri’nin nasıl değerlendirilmesi gerektiği ile ilgili tasarrufunu yanlış yönde kullanmış olabilir. Bu zaten alışkın olduğumuz bir durum. Türkiye’de kamu bir süredir böyle işliyor ne yazık ki. Ancak bu Teğet Mimarlık ve yukarıda adı sıralanan diğer isimlerin Haliç Tersaneleri bir gayrimenkul geliştirme işi gibi işlemdeyken işin paydaşı olmalarını gerektirmiyor. Mimar bazı işlere evet dememeyi de bilmeli. Haliç Tersanesi işini Teğet yapmayabilirdi.

Teğet Mimarlık’ın bir yandan Haliç Tersaneleri’ni tasarlıyorken öte yandan Venedik Mimarlık Bienali’nin açık çağrısına hem de Haliç Tersaneleri ile ilgili bir tema ile başvuruyor olması çok daha acayip bir durum. Bence başvurmamaları gerekirdi. Başvurdular ve seçici kurul da seçti. Açıkçası bana tümüyle dışarıdan herkesin basireti bağlanmış gibi görünüyor.

Türkiye’de mimarlar kendileri için dikensiz gül bahçesi istiyorlar. Ne yazık ki bu ülke bir gül bahçesinden çok zücaciye dükkanı, içeride de kocaman bir fil dolaşıyor.

Etiketler

2 yorum

  • omer-yilmaz says:

    Ayrıca bana gelen onca telefon, email, mesaj. Eleştiri meselesi çok zor bu ülkede. Bir eleştiri yazdığında eleştiriye konu olan kişi / kurum bu meseleden yararlanmak yerine genelde eleştiriyi yazanın üzerine çullanıyor. Ya da görmezden geliniyor.

    Yazının başlığının dikensiz gül bahçesini içeriyor olması tek başına Teğet’in Haliç’i ve Darzana’sı için hiç değil. Benin gördüğüm kadarıyla yazıp çizdiklerimden genelde mimarlar hoşlanmıyor ve bu hoşnutsuzlukları tepki olarak geri dönüyor. Konuşmacı olmuyor, jüri olmuyor, proje göndermiyor 140 Karakter sunumu yapıyor. Oysa ah oysa oysa. Neyse.

  • zeynep-kuban says:

    Katılıyorum. Eleştiri işi zor. Tipik Türk kültürü diye birşeyler varsa en tipiği kimse eleştiriden hoşlanmıyor. Herşey kişisel oluyor. Arkitera bu mimari eleştiri konusuyla ilgili bir takım atölyeler yapamaz mı acaba? Sonuçta birşey düzeltmek istersek ancak kendimizden başlayabiliriz. Aynaya bakarak. Mimari eleştiri nedir? Ne değildir? Nereden başlamak lazım? Mimarlar bozulmadan eleştirilebilir mi? Bunun yolu nereden geçiyor? Hangi kavramlar önemli? Başkalarını eleştirirken kendimiz nasıl davranıyoruz? Çoğunu yakından tanıdığımızdan kişileri eleştiremeyecek miyiz dostluğu bitirmeden? Gerçekten de birbirimizin arkasından konuşacağımıza, birbirimizle iyi ve kötü şeyleri nasıl konuşacağımızı öğrenmek için biraz emek mi harcasak?

Bir yanıt yazın