Kent Hareketlerinin Sosyal Psikolojisi

Kent hareketleri mücadelesi, sosyal psikolojik olarak, kontrol ve özgüven üzerindeki bir denge oyununa karşılık geliyor.

Kent hakları ekseninde mücadele yürüten irili ufaklı hareketleri anlamak için, sosyal psikoloji, hangi kuramsal ve kavramsal araçları sunuyor?

Bunları İstanbul’da katılımcı planlama güncelliğine uyguladığımızda ne tür katkılar ve destekler ortaya çıkabilir?

Bu çalışmada, teori-pratik bütünlüğü dikkate alınarak, bu iki soru, birbiriyle içiçe geçmiş bir biçimde yanıtlanmaya çalışılıyor.

Geleneksel sosyal psikoloji

Geleneksel sosyal psikoloji, agorafobiden muzdarip. Buna göre, insanlar, birey olduklarında iyiler; biraraya geldiklerindeyse kötüleşiyorlar, hatta ‘hayvan’laşıyorlar. Tek başınayken sorumluluk alan insan, toplu bir ortamda sorumluluklardan kaçıyor. Bu agorafobik anlayışın, kent hareketlerine, dışarıdan, küçümseyici ve olumsuzlayıcı bir açıyla bakıyor oluşu, şaşırtıcı değil. Bu bakışla, bireyler toplamı, bir ‘kitle’ etmiyor; olsa olsa ‘kuru kalabalık’ ya da ‘güruh’ ediyor. Kalabalıklar içinde, birey, benliğini yitirip benliksizleşme (deindividuation) sürecine girdikçe, toplumsal normlardan sıyrılıyor ve bir fanatiğe dönüşüyor. Sosyal kimlik kuramcıları ise, bu süreci, benliksizleşme olarak değil; ‘kişisizleşme’ (depersonalization) olarak adlandırıyorlar. Buna göre, insanın kalabalıklar içinde bireyliği kaybolmuyor. Onun yerine, bu kuram, bireyi kimliklerinden okuyor ve kimlikleri, kabaca, bireysel ve toplumsal kimlikler olarak ayırıyor. Kalabalıklar içinde, bireyin bireysel kimliği geri plana itilirken, toplumsal kimliği öne çıkıyor. Dolayısıyla, kalabalıklar içinde birey, toplumsal normlara uymayan bir fanatik değil; onun yerine, toplumsal kimliğinin rolleri daha baskın oluyor. Böyle bir yaklaşımın, geleneksel sosyal psikolojiye göre, kent hareketlerini anlamakta daha yararlı olacağı aşikar.

“Olaylara karışmasaymış”

İkinci bir kullanışlı araç, adil dünya denencesi. Bu, birçoklarımızda görülen “eden, bulur” varsayımına karşılık geliyor; diğer bir deyişle, “başına şöyle bir şey gelmiş; benim gelmiyor, onun niye başına böyle birşey geliyor?; demek ki, bunu hakedecek birşey yapmış”  biçimindeki düşünce treni. Bu anlayış, “kolu kırılmış”demek yerine, “kolunu kırmış” ya da “çantası çalınmış” demek yerine, “çantasını çaldırmış” sözlerinde de görülebiliyor. Bunlarda, durumdan olumsuz etkilenen kişi, bu durumdan sorumlu tutuluyor. Kent hareketlerinde, bu olguya doğrudan bir örnek, “o da, bu olaylara karışmasaymış” gibi sözler. Adil dünya denencesi, iki kavramla akraba: Bunların birincisi, doğadaki varkalım kuralını toplumsal yaşama uygulayarak ezilenleri durumlarından sorumlu tutan bir tür sosyal darwincilik.

Buna göre, “yoksullar, yoksulluğu haketmiştir. Bir sürü yoksul, zengin oluyor; bunlar olamıyor. O zaman sistemde değil, bunlarda bir sorun var”. Bu bakışla, ezilenler, katılımcı bir planlamada eşit oyuncular olmaktan çıkıyor; böylece, asimetrik ilişkilenme biçimi, katılımcı düzleme de yansıtılmış oluyor. İkinci akraba düşünce ise, kendine hizmet eden yanılgı (self-serving bias). Bu, kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan, ancak aslında gerçek olmayan düşünce biçimlerine karşılık geliyor. Örneğin, bira içtikten sonra direksiyon başına geçenlere kazalar anımsatıldığında, “içip kaza yapanlar, içmeyi de bilmiyor; araba sürmeyi de. Ben onlardan akıllıyım. Bana birşey olmaz” denmesi. Bu, riskle ilgili bir örnek oldu; oysa, kendine hizmet eden yanılgı, başka alanlarda da geçerli. Üstelik, toplu bir sürümü de var: Toplu narsisizm. Böylece, biz algısı, her şeyin üstüne çıkabiliyor. Bu adil dünya, sosyal darwincilik ve kendine hizmet eden yanılgı üçlemesi, kent hareketlerine dışarıdan bakışları çözümlemek çabası içerisinde kullanışlı oldukları için daha uzun tartışılmayı hak ediyor. Bunlar, özellikle, kent hareketlerine yönelik ötekileştirmeyi tersyüz etmek için incelenebilir.

Komplo teorileri

Üçüncü bir kullanışlı araç, yüklemleme kuramı. Bu kuram, insan davranışlarını ya da başımızdan geçen bir olayı bağladığımız nedenlere odaklanıyor. Klasik bir örnek olarak, sınavdan kalmak verilebilir. Bir sınavdan kaldığımızda, bunu, içsel nedenlere (“tembelim”), dışsal nedenlere (“sınav zordu”), sabit nedenlere (“hep şanssızım”), değişen nedenlere (“çalışmamıştım, bir dahakine çalışırım”), elimizde olan nedenlere (“derslere katılmadım”), elimizde olmayan nedenlere (“hem iş hem okul birarada yürümedi”) bağlayabiliriz. Yüklemleme kuramı, kent hareketlerine de rahatlıkla uygulanabilir. Özellikle komplo teorileri, bu çerçeveyle açıklanabilir.

“Öğrenişmek”

Dördüncü bir kullanışlı araç, sistemi meşrulaştırma kuramı. Bu kurama göre, insanlarda, kendini ve üyesi olduğu grupları olumlu algılama eğilimine ek olarak, istikrara ve düzene yönelik bir eğilim de var. İlk iki eğilim, yukarıda anlatılanlarla koşut olarak, kişinin kendini ve grubunu gerçektekinden daha iyiymiş gibi göstermesini doğuruyor. Böylece, ben’in ve biz’in olumsuz yönlerinin etkisi hafifletiliyor ya da bunlar yokmuş gibi davranılıyor. Üçüncü eğilimle ise, varolan düzen, olumlanmış oluyor. Toplum üzerindeki ölü toprağı, ideoloji kuramından da etkiler taşıyan sistem meşrulaştırma modelinde, bu üçüncü eğilimin gücüyle açıklanıyor. Kuşkusuz, buraya, ‘öğrenilmiş çaresizlik’ gibi kavramlar da eklenebilir. ‘Öğrenilmiş’lik, öğreneni etkin saydığı için; onun yerine, öğreteni etkin sayan ‘öğretilmiş’ çaresizlik gibi bir kavramın daha doğru olup olmadığı tartışılabilir. Kent hareketleri, bu döngüyü kırdığı ölçüde, tam tersi de, yani öğrenilmiş/öğretilmiş çarelilik de sözkonusu olabilir. Ayrıca, kent hareketlerindeki yatay ilişkilenme ve birbirinden öğrenme olguları dikkate alınarak, ‘öğrenmek’ ve ‘öğretmek’ gibi hiyerarşik kavramlar yerine ‘öğrenişmek’ gibi birlikte ve eşit olarak öğrenmeye karşılık gelen yeni kavramlar da üretilebilir.

“Böyle gelmiş böyle gider”

Beşinci bir kullanışlı araç, sosyal kimlik kuramı. Bu kuram, iç-grup (bizden olanlar) ve dış-grup (bizden olmayanlar, ötekiler) ayrımına odaklanarak, ayrımcılık ve kalıp-yargılama (stereotyping), iç-grup kayırmacılığı vb. gibi olgulara açıklama getiriyor. Bu kuramın bulgularından biri, bizden olanların herzaman birbirinden çok farklı; bizden olmayanların ise hep birbirinin benzeri imiş gibi görülmesi biçimindeki yanılgı. Böylece, bizden olanların ortak özellikleri, sanıldığından daha az; bizden olmayanların ise ortak özellikleri, sanıldığından daha çokmuş gibi bir asimetri oluşuyor. Böylece, kent hareketleri, kendi içlerindeki farklılıkların büyük olduğunu; mücadele ettikleri güçlerin ise yekpare olduklarını sanarak, bir ittifaka karşı bir ittifakla mücadele edilmekte olduğunu unutabiliyor. Öte yandan, en alttakilerde kimi zaman görülebilen ‘bizden olmayana hayranlık’ olgusu, sosyal kimlik kuramının yukarıda anılan sistemi meşrulaştırma kuramı olmaksızın yetersiz olduğunu gösteriyor; çünkü sosyal kimlik kuramı, ‘biz’den olmayanların değil ‘biz’den olanların yüceltileceğini öngörüyor. Sistemi meşrulaştırma kuramının bu yöndeki bir başka bulgusu, sosyal kimlik kuramını daha da kapsamlı duruma getiriyor: Kişinin siyasal olarak muhafazakar değerlere sahip olması, ‘düşük statülü’ olanların kendilerinden olmayanları daha çok yüceltmesiyle; ‘yüksek statülü’ olanların ise, kendileri gibi olanları daha çok yüceltmesiyle ilişkilendiriliyor. Böylece, muhafazakarlığın, sosyal psikoloji düzleminde “böyle gelmiş böyle gider”in bir karşılığı olduğu, bir kez daha ortaya çıkmış oluyor. İdeolojiler ve dinsel açıklamalar, sistemin bekası için olmazsa olmaz bir işlev görüyor.

Sosyal psikolojinin bir kolu, yukarıda anıldığı gibi, kitleleri, ‘kalabalıklar’, ‘güruh’, ‘çeteler’ gibi terimler ve ilgili kavramsallaştırmalarla adlileştiriyor. Bunlar, bilimsel olgular olarak ele alınmaktan çok, adli vakalar olarak inceleniyor. Böylelikle, sosyal psikoloji, adli bilimlerin bir kolu olarak yeniden tarifleniyor. ‘Kalabalıkları kontrol’, ‘kalabalık yönetimi’ gibi kavramlar, toplumsal hareketlere yönelik adli bakışın bir yansıması olan sözler. Bu açıdan, kent hareketleri ve hareketlilikleri, suçlar, suçlular ve suç eğilimleri üzerinden tarifleniyor. Böyle bir bakışla, hak arama, varoşlarla ilişkilendirilip itibarsızlaştırılabiliyor. Dolayısıyla, sosyal psikolojinin adlileştirici kolunun sorgulanması gerekiyor.

Dayanışma ilişkilerine geçiş

Bir başka kavramsal araç seti, ‘hepimizdeki kötülük’ün psikologları olarak tariflenebilecek Zimbardo (hapishane deneyi), Milgram (elektroşok deneyi), Asch (çubuk deneyi), Şerif (Haramiler Mağarası deneyi) vd. ile hesaplaşarak ortaya çıkabilecek. Kötülüğü sıradanlaştıran bu çalışmalara karşı, iyiliği de (fedakarlık, itaatsizlik, yardımseverlik vb.) sıradanlaştıran öğelere ağırlık verilmesi ve bu tür ‘sıradan iyilikler’ araştırmalarının öne çıkarılması yoluyla, kent hareketlerindeki dayanışma duygusunun araştırılması gerekiyor.

Sosyal psikolojinin kent hareketlerini anlama çabasında işler duruma gelebilmesi için, elbette, yalnızca kötücül psikolojiyle hesaplaşmak gerekmiyor; sorunun kökleri, aslında çok daha derinde.

Özgürleşmeci psikoloji yaklaşımı, bu hesaplaşma için en güçlü aday. Psikolojiye özgürleş(tir)me gibi bir rol biçen bu yaklaşım, sosyal psikolojiye karşı, ezen-ezilen diyalektiğini ve toplumsal ve siyasal bağlamı gözden kaçırdığı için çeşitli eleştiriler yöneltiyor. Burada özgürleşmeden kasıt, iktidar ilişkilerinden özgürleşip dayanışma ilişkileri içine girme süreci. Yanlış bilince karşı bilinçlenme, sosyal psikolojiyi ideolojik öğelerinden ayıklama gibi bir çabayla yanyana gidiyor. Tarafsızlık ifadesini sorgulayan bu yaklaşım, ezilenlerin sesi olmayı amaçlıyor. Bireyi esas alan psikoloji eleştiriliyor ve adının tersine, ‘sosyal’ psikolojinin yeterince sosyal olmadığı belirtiliyor. Tüm bu içiçe geçmiş süreçler, katılımcı uygulamalarla destekleniyor (bkz.).

Sosyal psikolojinin incelediği olgulardan biri, yardım etme ve yardımlaşma davranışları. Birincisinde bir karşılık beklenmezken, ikincisinde bekleniyor. Yardım etme ve yardımlaşma davranışlarını belirleyen etmenler arasında, aynı gruptan olmak (‘biz’den olmak), etik değerler ve ‘ahlaki’ gelişim düzeyi, adalet algısı, ödül-ceza ekseninde bir doyum almak (takdir edilmek, vicdan rahatlatmak, kendi olumlu imgesiyle çelişkiye düşmeme eğilimi vb.), dişillik, kültürel değerler, kişilik özellikleri, ortam etmenleri, dayanışmayı özendiren bir geçmişe sahip olmak (örneğin, yatılı okul yaşantısı) gibi öğeler sıralanıyor. Bunların kent hareketlerine uygulanmasıyla, hem sosyal psikolojiye hem de kent hareketlerine katkı sağlayacak bulgular ortaya çıkması olası. Bu tür çalışmaların, yukarıda anılan kötücül psikolojiye panzehir olacağı rahatlıkla söylenebilir. Özellikle, doğal afet sonrası yardım etme ve yardımlaşma davranışlarında birçok örneği bulunan bu olgu, kent hareketleri özelinde daha ayrıntılı bir incelemeyi gerektiriyor. Öte yandan, bu tartışmalarda sık sık dile getirilen ‘empati eksikliği’ yaklaşımının, toplumsal çatışma öncesinde varolan duruma dönüş ve böylece sistemi pekiştirme gibi bir işlevi de olabiliyor.

Egemenlerin kent hareketlerine yönelik tavrını çözümlemek için aşırı özgüven yanılgısı ve kontrol yanılsaması gibi kavramlar işe koşulabilir. Adlarından da anlaşılabileceği gibi, aşırı özgüven yanılgısı, bireylerin ya da grupların, kendilerine, olması gerekenden fazla güvenmesi anlamına gelirken; kontrol yanılsaması, bireylerin ya da grupların, kontrol güçlerini olduğundan fazlaymış gibi görmelerine karşılık geliyor. Bunun tersi, kimi durumlarda, kent hareketlerinin düşük özgüvenli ve/ya da düşük kontrol algılı olması biçiminde de görülebiliyor. Dolayısıyla, aslında, kent hareketleri mücadelesi, sosyal psikolojik olarak, kontrol ve özgüven üzerindeki bir denge oyununa karşılık geliyor.

Sonuç olarak, kent hareketlerini anlamak için, sosyal psikoloji açısından, tüm bu kavramsal ve kuramsal araçların birbiriyle ilişkili bir biçimde yararlı olabileceği görülüyor. Bu çalışmada, bu ilişkiler, daha da geliştirilip İstanbul’daki katılımcı yerel yönetim girişimlerine uyarlanıyor. Öte yandan, sosyal psikoloji ile kent hareketleri arasında, geleneksel bakışın tersine, tek yönlü bir ilişkilenme biçimi oluşturulmuyor; onun yerine, sosyal psikolojiden, kent hareketlerini anlamak için yararlanılırken, sosyal psikolojinin de bu çaba içinde dönüşmesi ve onda içeriden bakışların daha görünür olması için çaba sarf ediliyor.

 

(*) Bu yazı, yazarın  22-23 Kasım 2013’te Şişli Kent Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen 3. TMMOB İstanbul Kent Sempozyumu’nda yaptığı konuşmanın özetidir (bkz.)

Etiketler

Bir yanıt yazın