“Modernizm Her Zaman Bir Sorundu, İnsanlar Gelenekle Eğitildiler ama Gelenek Geçmiştir”

Lloyd's Binası, Pompidou Center (Renzo Piano ile birlikte), Madrid Barajas Havaalanı 4. Terminal, Millenium Dome gibi projelerin mimarı, Pritzker dahil olmak üzere pek çok ödül sahibi Richard Rogers ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Dilek Öztürk: İlk ortaklıklarınızı mimarlarla, arkadaşlarınızla kurdunuz. Son zamanlarda eğiliminiz daha çok “kurumsallaşma”ya doğru kaydı. (Piyasanın getirdiği bir durum olarak…) Mimarlık yapmak aynı zamanda iyi de bir işletme kurmak, pazarlama yapmak mı sizin için?

Richard Rogers: İlk zamanlarda ilk eşim ve ben, Norman Foster ve eşiyle birlikte çalışıyorduk. O zamanlarki ismimiz “Team 4” olabilirdi. Norman Foster’la uzun yıllar çalışmadık, sonra ben eşimle devam ettim. Hayat kalitemizi kontrol etmek istedik. Özellikle büyük olmak istemedik. Mesela ofis bize ait değil, kimsenin ofiste hissesi yok. Ofis, derneğe ait.

Bizim sosyal bir sorumluluğumuz olduğuna inanıyorum. Şanslı insanlar olarak, daha şanssız olanlara karşı bir sorumluluk…
Şimdi ismimiz tekrar değişti. Artık: Rogers Stirk Harbour & Partners. Daha genç insanlarla birlikte çalışıyorum artık. Onlarla ortaklığa devam ediyoruz. İyi ve modern tasarımı oluşturmak için çok çalıştık. Ayrıca iyi bir ortam oluşturmak için de… Ofiste çalışanların gidebileceği kasabada bir evimiz var, birlikte gidiyoruz.

DÖ: Şu andaki ofisinizdeki yapılaşmayı, hiyerarşiyi nasıl tabir edebilirsiniz?

RR: Aslında bir hiyerarşi oluşturmamaya çalışıyoruz. Her Pazartesi ofiste bir forumumuz var, yönetici ve tasarımcılar katılıyor. 10 adet yöneticimiz var. Herkes tartışmaya katılabiliyor. Herkesin yeteneğini kullanıyor. Fakat tabii ki bir hiyerarşi var ve biraz olmak zorunda… Bir kurul var ve ben yönetim kurulu başkanıyım. Mimarlar var… Hepimiz birlikte çalışmak zorundayız. Bunu kabullenmek lazım. Yoksa, iflas edersiniz, mantıklı olmak zorundasınız.

DÖ: Mimariyi her anlamda yaşıyorsunuz. Tasarım, kent planlama, yönetim ve siyaset. Bütün bu ayakları sürdürürken bakış açınızı sabit bir noktada tutuyor musunuz? Farklı aktörler olarak bu entegrasyonu nasıl sağlıyorsunuz?

RR: Kendimi hayatımın ikinci yarısında, birinci yarısına göre daha çok bulduğumu söyleyebilirim. Hayatımın ilk yarısında Norman Foster, eşi ve benim eşimle birlikte çalışırken, muhtemelen yaklaşık 100 tasarım yaptık. 1 evi inşa etmek, 6 mimar tarafından 5 yılda sürebiliyordu. Her zaman için şunu düşünürüm ki, daha iyi ve daha hızlı olmak çok önemli. Hayatımda yaptığım en büyük şey, on yıl önce devlet için bir kentleşme politikası hazırlamaktı. 8 yıl kadar Londra Belediye Başkanı’na danışmanlık, sonra Başbakan’a danışmanlık yaptım.

DÖ: Yerel yönetimin değişimi süreçlerini de, bu sürecin içinde bir aktör olarak da yaşadınız. Başkanların değişmesi, yönetime ve şehre nasıl yansıyor?

RR: Muhafazakar yönetimle çalışmaya başladım. Fakat yerel partilerdeki başkan yardımcılarıyla da çalıştım. Tony Blair’le de çalıştım. Bazı aşamalarda, bazı özel konular sorun yaratabiliyor. Mesela şehir planlama, ulaşım gibi… Ama ben yönetim değiştikçe, insanların da değişmesi gerektiğini düşünmüyorum.

DÖ: Mimarlıkta sizce form, işlev, amaç, mekan, malzeme, konsept gibi kavramlardan hangisini tasarımlarınızı yaparken merkezde tutuyorsunuz, ya da hangisinden ilham alıyorsunuz?

RR: Eğer soruyu mimarlık ve politikayı nasıl dengeliyorsunuz diye sorsaydınız buna, bence her anlamda ikisi de aynı diye cevaplardım. Politika toplumun önemini vurguluyor. Mimarlık ise, toplumun fiziksel manifestosu.

Esas sorunuza gelince, bunların hiyerarşisini yapmak imkansız. Bu, yemek yapmak gibi. Malzemelerin hepsini karıştırısınız. Sadece bir malzemeyle yapamazsınız.

Estetik ve fonksiyonu bir arada düşünmek lazım. İnşa sürecinde, binanın sosyal devinimini görüyorum. Mimarların kutunun dışından da bakmaları gerekiyor. Yine Pompidou’yu yaparken, sadece programımızda olmayan, eksik ne, buna bakan bir ekip vardı.

Nesneleri birbirine karıştırmayı severim. Aynı bir kadın gibi. Yani kadınların çok kullanışlı olmasından bahsediyorum, (Gülüyor). Yemek yapıyorlar, temizlik yapıyorlar, çocuklarla ilgileniyorlar…

DÖ: Renklerin yapılarınıza kimlik kazandırdığınızı söylüyorsunuz. Tasarladığınız her bina için ayrı bir renk ve hikaye var mı?

RR: Tabii ki hikayeleri var. Mesela Pompidou ‘da kırmızı kullandık. Kırmızı hareketi temsil ediyor. Yeşil ise genellikle su öğesine işaret ettiğimiz bir renk. Mavi, gökyüzü demek. Renkleri her zaman da belirleyemiyoruz. Mesela Madrid Havaalanı’nı yaparken, tamamen gökkuşağını kullandık. Çünkü birçok kolon vardı ve biz de merkezden başladık, onu da sarı yaptık. Bu arada bütün renkleri seviyorum ama sarıyı daha çok seviyorum.

Renk, nesneleri vurgulamak için bir yol. Işık ve gölge gibi… Mesela sen yeşil ve kırmızısın. Kendini ifade ediyorsun aslında.

DÖ: Belirli bir döneme ait olmayan tasarımlar yapıyorsunuz. Pompidou’yu bugün yapsanız, bugün de aynı tepkileri alırsınız….

RR: Bu sefer farklı olurdu. İki dönemde de farklı problemler var. 1970’lerde kullandığımız malzemeler sorun yaratmıştı. Fakat şimdi 2009’da, gelişen teknolojiyle böyle sorunların yaşanacağını düşünmüyorum. Pompidou, sosyal açıdan aynı olurdu. Fakat o zamanlar, arabaların mekanda nerede konumlanacağı ile ilgili sorunlar söz konusuydu ki bugün bunu yaşamıyoruz. Bugün yayalar ve yayalaşma sorunu var karşımızda.

DÖ: Diğer tasarladığınız binalara getirdiğiniz yenilikçi yaklaşımınızı ofis binalarınızda göremiyoruz. Birbirinin devamı gibi… Bunun sebebi kişisel mi, yoksa işverenlerin tercihi mi?

RR: Ofis binalarında durum daha farklı tabii ki. Sonuçta işin başında bir yönetici var ve daha önceden gördüğü şeyi yaptırmak istiyor. Müşteriye göre durum değişiyor, daha çok eleştiriyor. Ama yine de iyi binalar yapabilirsiniz. Problemlere çözüm bulabilirsiniz.

Amerika’daki ofis binalarının hemen hemen hepsinin birbirine benzemesi, orada kötü mimarlar olmasından değil, aslında mimarların, müşteri tarafından kontrol edilmesinden, yönlendirilmesinden kaynaklanıyor. Bu durum üzerinde tekrar düşünmeliyiz, bu bizim sorumluluğumuz.

DÖ: Şehir planlama alanında artık uluslar arası düzeyde danışmanlık yapıyorsunuz. Daha farklı bir disiplinden bahsediyoruz sonuçta… Planlama, mimarlık kariyerinizin neresinde duruyor?

RR: Bence iki disiplin farklı değil. Ama tabii ki kentsel dönüşüm çok kompleks ve zor bir olgu. Ama bu da mimarlığın bir parçası. Planlama tanımını sevmiyorum. Çünkü planlama çok boyutlu bir şey. Daha çok “kentsel yenileme” tanımını kullanmayı tercih ediyorum. Master planlarla çok ilgilenmiyorum. Çok karmaşık bir konu. Belirli bir vizyonunuz, politikanız olması lazım. Bence plancılar mimarlıK, Mimarlar da planlama öğrenmeli… Bence hepimiz bir araya gelmeliyiz. Çünkü gerçekten de aynı uzmanlık alanalarının farklı parçaları.

DÖ: En Çok Hangi Şehri Planlarken Zorlandınız?

RR: Hayatımda yaptığım plan çalışmalarından hiçbiri kolay değildi. Bunu belki de şu şekilde sorabiliriz: Benim için en önemlisi hangisiydi? Royal Collage Academy’de Foster-Rogers adına br sergi düzenledik. Bu benim için çok önemliydi. Çünkü Londra’nın çok büyük bir parçasında planlama çalıştım. Bu, planlama adına Londra’daki en büyük ilk adımımdı. Kentsel yenileme, yayalaştırma çalışmaları yaptım… Sonra okullarda öğretilmek üzere “Cities For a Small Planet” adlı küçük pembe bir kitap yazdım. Bu, benim için çok önemliydi. Bu şekilde politikaya da ilişki kurmaya başladık. Şangay’da çok ilginç bir plan yaptık, hiç uygulanmadı.

DÖ: Son zamanlarda Prens Charles ile aranızda olan anlaşmazlık, Uluslar arası medyada tartışılıyor. Bu konu hakkında söylemek istedikleriniz var mı?

RR: Bu konuda hakkında söyleyebileceğim tek şey, her dönem kendine göre moderndir. Rönesans yaşandığı dönemde moderndi, Gotik moderndi. Geçmişe dönmenin her zaman avantajları var. Geçmiş her zaman daha güvenli, fakat geçmişte yaşayamazsınız, bir kaosta yaşamış olursunuz. Modernizm her zaman bir sorundu. İnsanlar, gelenekle eğitildiler, ama gelenek geçmiştir. Geçmişte hiçbir şekilde inşa edemezsiniz.

DÖ: Mimarlar yemek yemeyi sever. Eşiniz de aşçı. Bu alana kaymayı hiç düşündünüz mü? Bir restoran zinciri kumak gibi mesela.

RR: Hayır, öyle bir planım yok. Ben İtalya’da İtalyan bir ailede yetiştim. Hepsi İtalyandı.

DÖ: Fakat Rogers soyadı nereden geliyor?

RR: 200 yıl önce İngiltere’nin kuzeyinden biri Venedik’e gitti. 1800’lü yıllarda geçiyor nu olay… Kanım, kültürüm %100 İtalyan ama hayatımın çoğunu İngiltere’de geçirdim. Ben Londralı’yım.

DÖ: Hayatınızda bu çift kimliğin yansımalarını görüyor musunuz?

RR: Evet, aslında özellikle İtalya’ya gittiğimde kendimi İtalyan gibi hissediyorum. Kendimi evimde gibi hissediyorum. İtalyanca konuşuyorum. Bir ağabeyim dışında bütün akrabalarım İtalya’da. İtalya çok güzel bir ülke, muhteşem bir yer, fakat burada çalışmak imkansız. Yönetim berbat…

DÖ: Emeklilk planlarınız var mı?

RR: Hayır, bir emeklilik planım yok. Ofis, kurul tarafından işletiliyor. Hayatımdaki en büyük zorluklardan biri de, emeklilik yaşı olan 65 yaşımdan sonra, her sene kurula gidip beni yazmamalarını söylemek!

DÖ: En beğendiğiniz mimar?

RR: Sanırım buna en yakın mimar Renzo Piano ve Norman Foster. Bu meslektaşlarım bana çok yakın, ve ben daha çok onlardan öğrendim. Bu, okuldan daha önemli. Çünkü ben okulda kötü bir öğrenciydim.

DÖ: Çok teşekkür ederiz…

Etiketler

Bir yanıt yazın