Antakya Müze Oteli, Otel Müzesi…

“Ömer Selçuk Baz = iyi ve cesur mimar + müze yarışması kazanmış ve sonra bir de bunu uygulatmış + Antakyalı + felsefi düşünme yetisine sahip + objektif olacağı ortada” gibi kıstaslarla beraber akademik ortamdan bir “mimari eleştiri” yazısı gelmemesinin şerhini de düşerek şahane bir yazı yazdı.

Ben de yine Arkitera’da “herşeyemaydonozolan” familyasından olduğumdan ve artık akademik bir halim kalmadığından, mimari eleştiri yapacak kadar kendimi yetkin görmediğimden işte böyle Ömer Selçuk’un yazısını “baz” alarak bir şeyler yazmak ihtiyacını hissettim. Kısacası ancak onun sorduklarının arkasında durarak yazabiliyorum. Ayrıca yazdığı o güzel yazıyı, Arkitera’ya göndermeden önce altlığını bana bir gönderse ekleyecek yorumlarım olurdu serzenişini de taşıyorum. Yayınlamadan önce ahkam kesemediğim için siz bu satırları okuyorsunuz. Yoksa sorulacak olan sorulmuş, denen denmiş zaten.

Zorlu Binası içindeki PSM’nin en büyük salonunda, Arolat Mimarlık’ın kitabının lansmanında moderatör olmuştum. Hayatımdaki ilk ve tek moderatörlüktü. Bana teklif edildiğinde çok şaşırmıştım, açık açık ben bu işi hiç yapmadım, başka birini bulsanız daha iyi olur bile dedim. Anlattılar, çıkıp konuşmacıların başlıkları hakkında bilgi vermek ve tabii sürelerini geçirdilerse müdahil olmak dışında bir görevin yok dediler. Genelde her durumda heyecanlanmayan biri olduğumdan, şükür ki etkinliğe olumsuz bir etkim olmadı zaten herkes ne diyeceğini bildiğinden bir sorun çıkmadı, bana pek bir şey düşmedi yani. Etkinliğe biraz erken gelmişim ve bu otelin yatırımcısı da erken gelmişti plansız bir sohbet etme fırsatı edindim. Projenin detaylarını altı yıl önce dinlemiş oldum böylece.

En son 5 ay önce projenin önünden geçtim. Antakya’yı bir iç turist olarak gezdim yani. Mimari açıdan beni etkileyen en önemli mekân Titus Tüneli’ydi. Hatay Arkeoloji Müzesi’ni de gezdim, çarşıyı da pazarı da. Yemeklerin hasını yedim. Akdeniz medeniyetinden yemek konusunda pek bir ders alamamış bir ülkedeyim şu anda ve beş ay öncesinin tadı damağımda duruyor. Eğer Antakya Müze Otel’i açık olsaydı onu gezmek de nasip olsaydı çok mutlu olurdum. Titus Tüneli’nden daha fazla etkileyici bulacağımı dahi düşünüyordum, imajlardan edindiğim intiba öyle.

Lafını dolandırmadan ben de ilk soruyu masaya yatırayım: “Mimarlığı ne kadar iyi olursa olsun 2500 yıllık bir Roma dönemi arkeolojik kalıntısı üzerine otel yapılır mı?”

Şimdi biraz kelime oyunu yapmaktan geri durmamak lazım. “Müze Oteli” mi yoksa “Otel Müze mi?” 2500 yıllık kalıntının üstü neyle nasıl kapatılmalıdır?

Kalıntıyı kapatan örtünün bir işlevi olmasının sakıncası var mıdır? Aslında arkeolojik kalıntıyı iyi korumanın ekonomisinin çözülmesi, şık ve tabii iyi mimarlıkla taçlandırılmasının eleştirisi nasıl yapılır?

Anıtlar kuruluna Atina’daki Akropol Müzesi örnek olarak gösteriliyor. Ömer Selçuk’la ve Ömer Yılmaz’la beraber gezdik biz Akropol Müzesi’ni. O müzenin bir bölümünde pahalı bir otel olması beni rahatsız etmezdi. Ederi oda numarasına yazılmış, özel kokteyli yudumlarken “Ay inanabiliyor musun, 2500 yıl önce yapılmış mozaiklerin üzerindeyiz” mesajlı kırışıklık giderici uygulanmış selfi paylaşılması da beni şaşırtmaz. Bu mozağin korunması gerekiyorsa çok ufak bir bedel sayılabilir.

Bir binanın “kamu yararına” olmasıyla “kamusal” olması arasında fark var. (Aslında sal ekini de hiç sevmem ama mecburen kullanıyoruz)

New York’ta ve San Francisco’da bazı binalar var. Downtown denilen milyon dolarlık arazilerde bir gökdelen var mesela. Daha birçok şehirde var.


New York Şehri 33 Thomas Caddesi’nde bulunan penceresiz bir gökdelen. Fotoğraf: Juliene Schaer

ATT iletişim firmasının uzun hat telekomünikasyon binası. İçinde santraller, makineler var. Pencereye cepheye ihtiyaç yok. Doğal taş kaplı kocaman bir gökdelen. Çok değerli bir mülk üzerinde belli ki içinde milyon dolar değerindeki iletişim santrallerini koruyor. Mimarı John Carl Warnecke olan binanın render imajları da çok güzel.


1969 yılından elle yapılmış bir render.

Şimdi bu bina da bir şey koruyor. Bir kabuk. Kamusal olmayı bırak kamunun bile değil. Ne otel, ne ofis ne de okul. Hiç penceresi olmadığı halde bir kabuk olarak da oldukça rasyonel ve verimli. Buna benzer bir bina Silikon Vadisi’nin güneyinde San Jose Downtown’da çok değerli bir mülk üzerinde de bulunuyor.


Decoy-Townhouse, Brooklyn’de sıradan bir sıra ev gibi geliyor değil mi? Bakın pencereler kapalı. Keza bu bir metro havalandırma binası.

Şehir içinde bu tür monoblok brüt ve devasa binalar bir gereklilik için varlar. Başka bir örnek metro havalandırmasının bir sıra ev gibi giydirilmesi. Bir aralar Belediyemiz elektrik trafolarına da üzerine boyayla pencere, perde filan çizmişti.

Müzeler de eski eserleri ve buluntuları koruyorlar. Cepheleri camları olmasa da olur. Yani bu eski bir eserin üzerindeki çatının, kabuğun “güzelleştirilme” hali değil. İshakpaşa Sarayı’nın başına gelenleri de biliyoruz. Otele itirazımı o yönde değil.

Aynı şekilde bu binanın da Akropol Müzesi’nden ve Hatay Arkeoloji Müzesi’nden daha iyi olduğunu düşünüyoruz. Buna rağmen yine de sakil bir taraf var. Bu taraf sadece parası olanların erişimine sahip olmak değil tek başına. Servet düşmanlığı da yapmıyoruz.

Saffet Emre Tonguç isimli bir rehber var. Arada sırada Habertürk’e filan çıkıp “Ayasofya’nın inanılmaz gizemini” açıklayıp duruyor. Dan Brown’ın her şehir için ayrı bir kapakla basılan kitabını da okuduğunun halkla ilişkiler faaliyetlerini yapıyor. Bir ara Ayasofya’da paralı gece turlarını “sadece seçkin misafirlere” düzenliyordu. Bir başka rehber de bale gösterisi filan yaptırdı Ayasofya’nın halka kapalı olduğu zamanlarda. Tepki çekti çokça. Sayın Tonguç da otelin özel olduğunu ve kendisinin ileride buraya özel turlar düzenleyeceğini sosyal medya hesaplarından açıkladı. (EAA’yı takip ediyorum, o menşınlamış oradan gördüm bu mesajı)

Otel genel olarak altındaki bu buluntuyu KULLANACAK. Bunu hepimiz biliyoruz, etik mi, sadece “seçkin” olanlar müze kapalı olduğu halde 24 saat bu mozaikleri görürler fikri mi bizi geriyor bilmiyorum. Ancak kimsenin görmesi gerekmeyen milyon dolarlık Telekom santralleri gibi aslında herkesin görmesi gereken mozaiğin ayrıca ticarileştirilmesi ve bunun şahane bir mimarlıkla taçlandırılması var önümüzde.

Zeus Sunağı’nın iyi ki Almanlar tarafından alınıp Berlin’e götürüldüğünü ve böylece korunabildiğini, orijinal yerinde kalırsa harap olacağını iddia edenler var. Akropol müzesinde de alınıp İngiltere’ye götürülen parçaların yerlerini boş bırakmışlar ve “artık geri verin” temalı göndermeler yapıyorlar.

Bu mozaikler ihaleyle verilen havalimanları gibi ihaleyle projelendirilen bir müze ile korunsaydı daha mı iyi olurdu? Hatay Arkeoloji Müzesi gerekli ilgiyi çekti mi mesela? Gösteren ve gösterilen arasındaki fark bu kadar mı kolay eritilebilir. Kazan kazan formülü herkese kazanç sağlar mı?

Bu kadar laftan sonra demek istediğim şudur. Bu bina bir “müze otel” değil, “otel müze”dir. Mozaik kamusallık yaratmada ancak otelin değerini arttıran bir unsurdur. Hatay Arkeoloji Müzesi’nde II. Şuppiluliuma Heykeli var deyince tabii diğer mozaiklerle beraber müzenin değeri artar değil mi? Aynı şekilde otel çok zor da olsa yapılmış, yatırımcısı ne kadar çok beklese bile ileride bunun faydasını görecek, mimar iğne oyası işler gibi buluntulara zarar vermeden binayı yapmış hem de öyle böyle değil çok iddialı bir bina yapmış, Saffet Emre Tonguçgiller gibi rehberler “seçkin” turistlere çok özel bir “destinasyon” yaratmışlar. Hatta biletini alan, müze kartına sahip olan aşağıda kamuya bırakılmış müzede arkeolojik kalıntıları görebiliyor. Herkesin kazandığı formül bu.

Fakat o kadar basit değil.

GÖSTERGEBİLİM

Bu bölüm biraz sıkıcı isteyen atlayabilir. (Bilgiler Internet’ten ne yazık isim vermeyen bir siteden alındığı için atıf veremedim)

Kendi dışında başka bir şeyi gösteren, düşündüren, onun yerini alabilen, sözcük, nesne, görünüş veya olgulara gösterge denir.
Gösterge = Gösteren + Gösterilen’in birleşiminden oluşur.

Örneğin, Kedi Sözcüğü (k+e+d+i harflerinden oluşan sözcük) gösteren, kedi kelimesinin anlattığı hayvan ise gösterilendir.

Gösteren ve gösterilen arasındaki ilişki evrensel değildir. Kültüreldir. Kedi kelimesi bir İngiliz’e bir şey çağrıştırmaz. Bu örnekte İngiliz Türkçeyi bilse dahi bu kelimenin Türk kültüründe ne anlama geldiğini tam olarak anlayamaz. İnek kelimesinin Hintçe karşılığını bilsek bile o kültüre ait olmadığımız için bir Hintli için ne anlama geldiğini tam olarak bilemeyiz.

1. Göstergenin Kendisi: MOZAİK (1050 metrekare tek parça tek mozaik)
Bu alan, gösterge çeşitlerinin, bunların çeşitli anlam taşıma yollarının ve göstergeleri kullanan insanlarla ilişkilendirilme biçiminin araştırılmasını içerir. Göstergeler insan inşaları oldukları için, yalnızca, insanların onları kullandıktan biçimler içerisinde anlaşılabilirler.

2. İçinde göstergelerin düzenlendiği kodlar ya da sistemler: (MÜZE+OTEL)
Bu çalışmalar içinde, toplumun ya da kültürün gereksinimlerini karşılamak için geliştirilen kodlan ya da bu kodların iletilmesi için varolan iletişim kanallarını işletmek için başvurulan yolları ortaya koymak yer almaktadır.

3. Kodlar ve göstergelerin içinde işlediği kültür: (KORUMACILIK KÜLTÜRÜMÜZ)
Kültürün kendi varoluşu ve biçimi de bu kodların ve göstergelerin kullanımına bağlıdır.
İşte Ömer Selçuk Baz o yüzden Michelin Lokantası örneği veriyor. O bile gitmemiş öyle bir lokantaya, aynı lezzetin sunumu için mimarinin kullanılmasını eleştiriyor.

SONUÇ:
Notre Dame yangını sonrası bir yazı yazdım. Daha bitiremedim yayınlanmadı. Orada Barış Manço’nun zamanında çektiği belgeselde Almanların Köln’de yaptığı müzeye olan eleştirisine değinmiştim. Tekrara girmemek için o yazıda sunacağım. Aynı şekilde bazen “Tam yerine rast geldi, manzara koydu” diye bir tabirle her şeyin “cuk” oturması bile sakil durumlar yaratabilir diyorum.

EAA’nın bu binası biz mimarlara şunların içine konup çalkalandığı bir kokteyl de oluşturuyor.

Binanın iyi bir tasarım unsuru gerçeği + olmayacak bir iznin, işin inatla ve sabırla takip edilip alınması ve yapılması + “seçkin” kişilerin kamudan ayrılan bir konaklama deneyimini lükse dayalı bir şekilde satın alması (görünmez bir perdeyle iletişim kopukluğu) + EAA’nın eleştirilere bazen tabiri caizse “dayılanarak” cevap vermesi = Gösteren+Gösterilen’den kopuk bir gösterge kokteyli.

Evet, EAA’nın içinde “zırlamalar”, “mıkmıklanmalar” geçen başlıktaki sunumlarından pek hoşlanmıyorum. Arkimeet’de işlerini anlattığı zaman çok kalabalık ve sıcak bir salonda o kadar uzun sürmesi sebebiyle ve benim de kapalı yerde kalma sıkıntımdan ötürü gerginliği görüp nefes almak için çıkmışlığım vardır. Moderatörlüğünü yaptığım etkinlikte böyle bir gerginlikten eser yoktu sanırım o yüzden iyi geçti.

EAA çok iyi bir mimarlık ofisi. Zaten binlerce ayrı dertle iyi mimarlık yapmakla uğraşıyor, doğru dürüst bir mimarlık eleştirisi kültürü olmamasından ötürü şikayetleri var. Mimari eleştiriye kapalı değil. Ancak bazen içi boş ya da dolu eleştirilere karşı daha usturuplu olmasını dilerdim.

Ömer Selçuk Baz bakın ne güzel bir yazıyla ortaya doğru argümanlarla geldi. Bana da bu ekleri yapmak düştü.

Etiketler

2 yorum

  • azmi-acikdil says:

    Hocam başucu modunda okudum. Ama 2500 yıllık tarihin üzerine otel mi olur? Özetle bunu anladım. Tarih boyunca medeniyetler birbirinin üstüne yerleşimlerini kurmuşlar. 2500 yıl sonra biz gelmişiz biz üstüne değil üzerine yerleşmişiz. (Sizin dilbilgisine göre üstüne ile üzerine yer değiştirebilir. Ama doğru yazdığımı düşünüyorum.)

    Bana göre, tarihi eserlere antik kentlere çok meraklı olmama ve korumacılık aşkıma rağmen Antakya’ya bir daha gidecek olsam ki ilk gittiğimde otel yoktu, oteli görmeye giderim.

    Otelin planı: Kazıdan çıkarılmış parçaların konservasyonu için toplanmış tahmini parçaların ayrı ayrı kutulara konularak raflara yerleştirildiği, hatta bazı kutuların devam kazıdan çıkacak parçaları beklediği bir planlama anlayışı; korumacılık açısından üzerine abanarak korumaktan ziyade bulguların muhafazası anlatımı bana daha cazip geldi.

    Korumacılık mı? İşte bu. Ama en önemlisi, bir mimar çizdiğinin arkasında duruyor ve çizdiğine inanıyorsa bu kadar savunulur. Bu da meslek etiği ve fikir savunuculuğunun yanında fikri ve çizdiğini koruması açısından takdire şayan.

    Adına ders dersek, bitirme sınavında gelecek soru. Örnek dersek, mesleğimizin bugünkü duruma düşmesine geç kalmış bir örnek diyebilirim.

  • azmi-acikdil says:

    Hüznün cenneti, tükenmişliğin burukluğu, medeniyetlerin sonu, kültürün damlaları, geçmişin gözyaşları, bunca tarihin, yaşanmışlığın bittiği kent.
    Medeniyetin, daracık sokaklarında saklandığı,
    İzlerinin silinmişliğinin depremlere mal edildiği,
    Faturanın tabii afetlere kesildiği,
    İnsanlarının masumiyetinin yüzlerde arandığı kent.
    Üç semavi dinin cemaatlerinin hoşgörü ile birlikte yaşadığı, peygamber inanışından din, tek varlık inanışından inanç, Adem’den gelen dünya kardeşliğinin, bir arada yaşadığı kent.
    Müzesinde duvarlara yapıştırılmış mozaikler gibi bölük pörçük olmuş kültür mozaiğinin resmedildiği kent.
    Roma’nın üç büyük kentinden, Doğu’nun Başkenti Antakya.
    Hepsi kitaplarda, masallarda, efsanelerde, kalmış bir tutam fasarya.
    Elle tutulur, kulaklarda duyulur, kalplerde yaşanan coşkunun, gözlerde ki yaşın, müziği kalmış Medeniyetler Korosu’nun nağmelerinde.
    70 kişi bir ağızdan söylemiyor, haykırıyor.
    Ben Antakya’yım diyor.
    Duymak için zaman bitmiş artık,
    Bir dolu salonda ki alkıştan başkası elden gelmiyor ne yazık.
    Kırkbin yıllık tarihi, Amik Gölü, ovası bile varmış.
    Bir tek Asi Nehri kalmış.
    Zamana, insanlığa, bunca olanlara isyan eden.

Bir yanıt yazın